Özlemin o zehir tadı...

Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com

Gecelerdir kan ter içinde uyanıyorum... Belki on kez uyanıyorum... Daha doğrusu diyebilir ki hiç uyuyamıyorum... Her geçen gün büyüyen zehir yeşili özlem, taşıyor içimden... Biliyorum ki bir yerlerden de süzülüp gidiyor ona...

Onun lavanta kokularını hiç bilmeden tenimde taşımışım ki, bugün, şişenin dibinde kalanını bile kıyamadan kokluyor, kokluyorum. Bir zamanlar, o varken bilmeden yaptığım her şeyin bir anlamı var artık. Onu, Şubat'tan bu yana zaten varolan bir içgüdüyle değil, bilerek seviyorum.

Şöminenin üzerinde bir anı köşesi oluşturdum. Nikâhta taktığı şapkası, o zarif çantası, tahta yelpazesi, fotoğrafları, pudra kutusu, Dünya Kitap'ta çıkan yazıdaki resmi ile bir anı köşesi... Yılbaşında aldığı takvim, hâlâ son koparttığı yaprağı gösteriyor, onun evinden geldi, şimdi benim de mutfağımda asılı...

Bayramda Kadıköy'e Hacı Bekir'e, peşinden şekerci Cafer Erol'a gittim. Akide şekerleri, çifte kavrulmuş lokumlar aldım tıpkı geçen Kurban'da birlikte yaptığımız gibi...

Ama bunlar, ısıtmıyor beni. Bedenim de ruhum da hep üşüyor, daima üşüyorum. Güneşler de vursa sırtıma, hep yağmurlar yağıyor odama, ruhuma, ben üşüyorum...

Akşamları eve erken dönüyorum, bayram süresince ise şekerci yolculuğu hariç, hiç dışarı çıkmadım; bak, dışarıda hazan mevsimi, her şey soluyor...

Güneş, bulutlar arasından sıyrıldığında yalnızca, yazları rastlamadığım bir parlaklık, bir süre için de olsa gözlerimi alıyor... Sonra yeniden balkonda solmaya devam ediyor çiçekler, hayatım ise çoktaaan... Özlem ekmişim gibi, saksılar da sonbaharı yaşıyorlar...

Bense onsuz ilk bayramımı geçirdim...

Belki de bu nedenle gecelerdir kan ter içinde uyanıyorum...

Vücudum kaskatı kesilmiş, terim soğumuş...

Çarşafı çoktan atmışım üzerimden...

Kaskatı kesilmiş, dönüp duruyorum yatağın içinde rulolanmış bir halı denli...

Ölüm geliyor aklıma...

Ölüm!

İşte bu bayramda ilk kez hem öksüzüm, hem yetimim...

Ölüm...

Geçtiğimiz şeker bayramında fotoğraflarını çekmiştim...

Yine güzdü, yine çiçekler vardı salonda ona götürdüğüm...

Ne o fotoğraflara bakıyorum, ne de bir şapka kutusuna doldurduğum ondan gelen diğerlerine...

Şöminenin üzerindekiler yetiyor... Hani o evlilik fotoğrafları var ya bir de üniversite çağlarındaki... Tanrım, öyle güzel ki... Şimdi, bırak gençliğini yaşlılığı bile artık çok uzaklarda...

Aklıma, benim için de uzak olan şey düşüyor, yani çocukluğum düşüyor... İnsan, o yıllarını iyi bilmeli...

Sabahlara karşı, uykusuzluktan yorgun, bitap dalarken, çocukluğumu düşünüyorum. Bir-iki saat olsun öylece kalıyorum yatakta; sonra dayak yemiş bir hayvan gibi uyanıyorum... Daha da yorgun, daha da yapayalnız... Ve çenelerimde, dişlerimi biribirlerine sürtmekten, sıkmaktan korkunç ağrılar...

Ama, neyse ki selviler, mezar taşları arasında hatırlamıyorum onu...

İyi ki öyle hatırlamıyorum...

Geçen gece rüyama girdiği gibi, hep sevgi dolu, giderken pencereden arkamdan bakan, el sallayan kadın o...

Okunmadık az zamanı kaldı hayatımın...

Ve artık, bu upuzun hikâyeden de sıkılıyorum...

Bütün ışıkları açıyorum evde... Sonra, bütün muslukları...

Işığın sesi yok, evdeki sessizliğin de... Ama suyun o şırıltısı, akıp gitmesi...

Yaşamım gibi... Onun gibi...

Bir daha zilini çalamayacağın bir kapı, edemeyeceğin bir telefon...

İnsan kimsenin olmadığı kendi evinin zilini çalmaz, kendi telefonunu çaldırmaz ki...

Ama özlemi, dilediği gibi yaşar.

Değil mi?

Tüm yazılarını göster