”Ölüm yaşanmıyor ki...”

Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com

"Sonra, 24 Aralık 1976'da her şey bitti.

Şimdi artık bir ben var bende benden içeri: Deniz, güzelim benim, yalnızım, üzerinde güller açan kızım...

Acıyı yaşadım ben, ve yalnızlığı ve sevgisizliği. Bir, ölüm kaldı, o da umurumda değil: Ölüm yaşanmıyor ki..."

Onun yazısının son cümleleriydi bunlar. Bir trafik kazasında eşiyle birlikte kaybettiği 21 yaşındaki kızı için yazmıştı. Neredeyse 30 yıl öncesinde okumuştum, asla aklımdan çıkmadı. Mıh gibi tuttum bu sözcükleri:

"Bir, ölüm kaldı, o da umurumda değil: Ölüm yaşanmıyor ki..."

Bir başka yazısında yüreğine, beynine oturan o korkunç acı'yı anlatmıştı:

"Acı, yalındır. Yalın ve katı. Gerçek acıyı yaşayanlar, acıyı süslemeden, bütün yalınlığıyla anlatabilenlerdir. Ancak o zaman işler acı bizim de içimize, bizi çarpar.

(...)

Sevince benzemez acı, bölüşülemez. Bunu bilmek ve acıyı adam gibi yaşamak gerekir.

Acıyı yaşamak, kederli bir maske-yüzle dolaşmak, durmadan somurtmak değildir; acıyı gerçekten yaşayan ‘Başkaları ne der?' kaygısını çoktan aşmıştır; bunun için güler de, türküler de söyler, sinemaya, tiyatroya da gider... Ve birden, hiç beklenmedik bir anda, bir durum, bir davranış, bir söz, bir ezgi herhangi bir şey... Artık olan olmuştur! Ve artık Fuentes'in tümcesini (‘Alçaktan uçan martıların nöbet tuttuğu deniz...') gönlünce değiştirebilir: ‘Üzerinde rakıların nöbet tuttuğu acı...'

Yaşanmış her acı, gerçekte, bir özel addır: Deniz gibi, Bülent gibi...

Gerçek acının tek ölçütü var: Ölüm korkusunu yok etmesi. Hâlâ ölümden korkuyorsanız bilin ki gerçek acıyı yaşamamışsınız.

Karşılaştırılamayacak tek şey belki de acıdır; ‘benimki şöyle, seninki böyle' diye söz edilemez acıdan.

Acı, aşılamaz. Acıya dayanabilmenin tek yolu acıyı çalışmaya, bir şey yaratmaya dönüştürebilmektir.

Acıyı bilen ve sözünü tutan bir şairin, Behçet Necatigil'in, bir çığlık – dizesiyle bitsin bu yazı:

Bıkmışım ölümlerden ölmeyin benden önce"

O, birçok dostum gibi, beni/bizi bırakıp gitti.

"Faruk Şüyün'e sevgiyle" diye imzaladığı kitaplarının sayfaları arasında yolculuğum sürüyor:

"Ama artık her yıl 1 Mayıs'ta Çamlıca'ya çıkmak isteği gelmiyor içimden, ‘Bu yıl da gelincikleri gördüm, gene yırttık bir yıl daha!' diye o bildik şakayı yapmak isteği de... Yıllar geçiyor, 1 Mayıs'lar geliyor, gelincikler açıyor, ‘Fakat içimdeki şarkı bitti.' Sadece 1 Mayıs'lar yaklaşırken o unutulmaz çocuksu ses gitgide daha acıtıcı oluyor, özlem gitgide daha dayanılmaz oluyor: ‘...sakın üzülme, burada çok var, senin için epey topladım, akşama getiririm baba...'"

Bu acı, evlât acısı, öyle derin ki...

Eşi sevgili Lale, büyük sevgisiyle bu yalın acıyı biraz olsun hafifletmeye, dayanılmazlığını azaltmaya çalıştı. Ve o, bu ‘büyük acı'sıyla birlikte 32 yıl daha yaşadı ölümden hiç korkmadan...

80'lerde ben de yanlarında oldum kimi zaman.

Bodrum'da, "o akıl almaz güzellikte sarı ışık Bodrum Kalesi'ne vurunca" Hadi Gari'de buluşurduk. Yazar, sanatçı dostlar da gelirdi. Rakılar biribirine eklenirdi. Dönüşte Jazz Cafe'ye uğrayıp kahvelerimizi içtikten sonra çakırkeyif ayrılırdım onlardan otelime dönmek için. Bodrum'da kaldığım sürece bu akşamlar tekrarlanırdı. Sükûn ve huzuru yaşardım onların yanında Bodrum'un tüm kalabalıklığına, gürültüsüne, kargaşasına rağmen.

Kentleri güzelleştiren insanlardır. Giresunlu'ydu, Bodrum'u, sonraları Cunda'yı, tabii İstanbul'u güzelleştirdi Feşi Naci. Şimdi bu kent onsuz, öyle eksik ki...

"Dönüp Baktığımda" isimli anı kitabının ‘önsöz yerine'sindeki Nâzım Hikmet'in şiiriyle bitirelim yazımızı:

"Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzre,

son defa baktığımızda şehre,

sevgilim şu sözleri söyleyebileceğiz:

"-Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,

çalıştık gücümüzün yettiği kadar

    seni bahtiyar 

     kılalım diye

Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin,

   devam ediyor hayat.

İçimiz rahat,

gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk,

gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi,

   işte geldik gidiyoruz

    şen olasın Halep şehri..."

Tüm yazılarını göster