İçimde bir şey kanıyor
Keskin bir vedanın yarası sızlıyor
Yüzümde bir şey soluyor
Aynı değil, umudun rengi kayboluyor
Kalbimde bir yerde bir orman yanıyor…
O kahreden deprem gecesinden sonra korkunç görüntüleri izlerken aklımın bir yerlerinde bu dizeler yankılanmaya başladı. Hiç olmayacak bir anda bir şarkının dizelerini hatırlamak belki de aklımın, yaşadığım acıyı dile getirme yoluydu. Çok acı bir şey kanıyor hepimizin içinde ve vedaların gerçekten de en keskinini yaşıyoruz…
Hem yüzümüzde hem ruhumuzda çok şey solup gitti ve değil umudun hiçbir şeyin rengi artık rengi aynı değil… Kalbimiz orman oldu cayır cayır yanıyor… Binlerce cana veda ettik... Yüzlerce aile parçalandı... Bir o kadarı yardıma, yardımımıza muhtaç halde... Çocuklar acı çekiyor... Koca bir ülke matem yerine döndü.
Bir sürü şey anlamını tamamen yitirdi, anlamını unuttuğumuz, önemsemediğimiz, ötelediğimiz bir sürü şey ise yeniden anlam kazandı. Yaşadığımız en büyük travma ve kriz belki de bu. Ama ayakta kalıp yaraları sarmak zorundayız önce…
Elimizden geldiğince el uzatmak ve tamir etmek zorundayız. Bunu da barış içinde ve acıya rağmen sakince yapmak zorundayız. Ama sonra şapkayı önümüze koyup düşünmek de zorundayız. Çünkü, doğal afetler, gezegenin bütün dünyaya “Ey insanoğlu, beni duy, beni anla, beni tanı, bana rağmen, bana karşı eylemler yapma, benimle barış, benimle dostça yaşamanın yollarını bul, benim özüme uygun şekilde yaşa, benim handikaplarıma uygun şekilde davran, beni zedelemeyecek şekilde üret, benim doğama uygun biçimde yerleş, ben sana ihtiyacın olan her şeyi veririm ama yapım gereği çok can acıtan şeyler de yaşatabilirim, bunları akıl ve bilim yoluyla keşfet ve önlem al ” deme yolu…
Gezegenin dili, bizimle konuşma, bizi uyarma biçimi bu. O dile kör, o anlatma biçimine sağır olmamak da insanoğlunun görevi. O görev de siyasetten, ideolojiden, rekabetten, hırstan, bazen incir çekirdeğini bile doldurmayacak polemiklerden, ülkelerden, şirketlerden, markalardan, her ama her şeyden daha büyük, daha ulvi ve daha önemli…
Bu saydıklarımın her birinin varlığı dahi yaşadığımız yerkürenin iyi ve yaşanılabilir bir yer olmasına bağlı. O yüzden onun sesini duymak, onu anlamak ve ona uygun şekilde yaşamak zorundayız. Aksi, bugün böylesi bir felaketi getirdi, yarın aşırı iklim olaylarını, kuraklığı, selleri, oksijensizliği, açlığı getirecek. Ne tek bir ülkenin ne tekil bir insanın, ne tekil bir siyasi grubun, ne tek bir dönemin ne de tek bir sistemin sorunu değil bu; yüzyılların getirdiği bir bakış açısı sorunu ile karşı karşıyayız... Ve doğa bize bu bakış açısını değiştirmezsek başımıza neler gelebileceğini çok zor yoldan gösterdi; çok ağır bir ders verdi. Doğal afet krizleri çok zor, çok acı ve kahredici bir travma yaratır. Ama o krizler hayatın en iyi dinlememiz gereken öğretmenidirler de aynı zamanda…
İçimiz paramparça, kaybettiğimiz her canla hepimiz bir parçamızı kaybettik elbette fakat bu dersi hepimiz almak, bu travmadan öğrenmek zorundayız. Milletimizin, insanlığın başı sağ olsun. Kavgasız ve iş birliği ile tüm yaralar sarılsın. Yaşanılan son acı olsun.
Çok uzun yıllardır kriz yönetimi üzerine çalışıyorum. Ve kesin bilgi olarak söyleyebilirim ki kriz yönetimi konusunun özü hep kaçırılıyor. Hayatımızın en büyük krizlerinin birinden geçiyoruz. Kriz vurduktan sonra herkes kendi çapında bir tepki verdi ve ortaya çıkan travmanın şiddetini azaltmaya yönelik dayanışma içinde destek oldu.
Bu kısmı çok önemli ve değerli elbette ama en iyi kriz yönetimi “kriz çıkarmamaktır. Kriz çıkarmamak ise iki şekilde başarılabilir: Öngörmek ve önlemek. Öngörme ve önleme mekanizmaları iyi çalıştığında, olası riskler iyi hesaplandığında, bu risklere ilişkin önlemler doğru şekilde alındığında kriz yönetimi konusunda gerçek bir ilerleme kaydedilebilir.
Bunu siyasi bir tartışma açısından yazmıyorum; çünkü bu, devletler dışında bireyler için de marka ve kurumlar için de geçerlidir. Tüm eko-sistemin öngörme ve önleme üzerine kafa yorması ve çalışması ile ancak gerçek ilerleme sağlanabilir. Ancak bazen ne yaparsanız yapın, öngörme ve önleme mekanizmalarınız yetersiz kalabilir.
Kriz yönetiminin ikinci fazı da burada başlar. Bu fazın özü, öngöremediğin ya da önleyemediğin olası krizleri daha az hasarla atlatabilmek için gerekli yönetimsel, operasyonel ve iletişimsel hazırlık planlarını yapmaktır. Ancak bu hazırlık süreci doğru yapılırsa krizin getirdiği travma içinde kaosa ve yanlış tepkilere neden olmadan hareket etmek mümkün olabilir.
Bir kriz karşısında “tepki vermek” ise kriz yönetiminde üçüncü evredir. İlk iki evre için yeterince emek harcamamış herkes, her şirket her marka tepki aşamasında sudan çıkmış balığa döner. Çünkü krizler zaman baskısı yaratır, travma baskısı yaratır ve bu baskılar, hazırlıksız olanların doğru kararlar vermesini, doğru iletişimi kurmasını zorlaştırır.
Pek çok kurum, marka ve yöneticinin de bu zorluklar nedeniyle kriz içinde kriz yaşadıklarına bizzat şahit olduk geçen hafta. Ve kriz bitince kriz yönetimi bitmez! Yeniden yapılanma evresi başlar. Yaşanan kriz neden oldu, hangi tepkileri verdik, neyi doğru yaptık, neyi yanlış yaptık ve bu krizden ne öğrendik, hangi dersleri aldık sorularına yanıt evresidir yeniden yapılanma evresi. Bu sorulara yanıt verince de “düzeltici eylem” stratejisi devreye girmelidir.
Yani böylesi bir krizin yeniden yaşanmaması için neyi değiştirmeliyiz sorusuna yanıt vermek ve uygulamaya geçmek gerekir. Şimdi hepimiz bu evreleri anlamak, kendimizi, şirketlerimizi, markalarımızı “proaktif ” olarak kriz yönetimi uygulamalarına adapte etmek zorundayız.