Masal gibi bir hafta sonu

Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com

Cuma günü, Arnavutköy'de denizi seyrederek geçirdiğim bir öğlen sonrası, tanıdığım, çok iyi bildiğim bir duygu; yolculuk ateşi bir kez daha içime düştü... Daha doğrusu olaylar şöyle gelişti: 29 Haziran'da doğumgünümü Tokyo'da kutlamak isteyip de rezervasyonlarımı yaptırmama rağmen - serüvenci yanım artık yeterince alevlenemediğinden midir - gitmeyince; sevgili dostum Deniz Kavukçuoğlu, "neden Tokyo da, örneğin Bruges değildi?" diye sorunca ve de "in Bruges" ("Bruges'da") filmini seyredince... Evet, yarın sabah Bruges'a uçmalıydım...

Uçtum da... Film, Colin Farrell'in "After I killed him, I dropped the gun in the Thames, washed the residue off me hands in the bathroom of a Burger King, and walked home to await instructions. Shortly thereafter the instructions came through – ‘Get the fuck out of London, you dumb fucks. Get to Bruges.' I didn't even know where Bruges fucking was... It's in Belgium" cümleleriyle başlıyordu ve bizi, o peri masalı şehrine taşıyordu...

Doğrusu, ben de Farrell'in söylediği gibi, Bruges'un Belçika'da olduğundan, bir artı olarak kuzeyin Venedik'i diye bilindiğinden öte çok şeyler bilmiyordum bu kent hakkında taa ki filmi seyredene kadar...

Kitaplardan yola çıkarak kentlerin peşine düştüğüm çok olmuştu, hatta neredeyse yolculuklarımın tamamı, romanlardaki, öykülerdeki kentlerin izini sürmek üzerineydi, ama bir filmin ardından... Aaa evet, Thomas Mann'ın ünlü romanından Visconti'nin sinemaya uyarladığı "Venedik'te Ölüm"ün geçtiği, o yıllardan bu yana hiç değişmeyen Hotel des Bains'e de gitmiş, salonlarında dolaşmış, hayal etmiştim romanı ve filmi...

Bu kez, en iyi korunmuş Ortaçağ şehirlerinden biri olan Bruges'u yaşacaktım. Edebiyatta da vardı Bruges kenti. Belçikalı yazar Georges Rodenbach, "Bruges la Morte" (1892, "Ölü Şehir Bruges") isimli bir roman kaleme almıştı. Rodenbach'ın romanı, 19. yüzyılda edebiyata hâkim olan psikolojik veya natüralist tarzlardan uzaklaşan, şekil değiştirmeye, yeni unsurlar getirmeye çalışan sembolist romanlardan sayılıyordu. Besteci Korngold ise aynı romanı, "Ölü Şehir" ismi ile operaya uyarlamıştı.

Kent, 1999'da UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası Şehirler kapsamına alınmış, 2002 yılında İspanya'nın Salamanca şehri ile birlikte Avrupa Kültür Başkenti seçilmişti.

Cuma akşamı saat 17.00'di bu bilgiler eşliğinde Bruges'a uçmaya karar verdiğimde. 20.00'da ise sabah sekizdeki uçak için bilet, çoktan alınmıştı.

Brüksel'e uçacak, oradan trenle Bruges'a geçecektim. Havalimanından 20 dakikada bir kalkan trenlerle 15-20 dakikalık bir yolculuktan sonra Brüksel North garı; peşinden gelen trenle de bir saati bulmayan keyifli bir seyahat ve sonunda Bruges...

Tarihi kentin 2 kilometre kadar dışındaydı tren garı, ama ilk yürüyüş için parke taşlarından yapılmış ideal sokaklar ve her yerden gözüken 122 metre yüksekliğindeki OLV Kerk Kilisesi'nin (Our Lady Church) kulesi, beni karşıkoyulmaz bir biçimde çağırıyordu.

Kuleyi hiza aldıktan sonra, haritaya gerek duymadan kentin merkezine, Pazar Meydanı'na ulaşmak mümkündü... Kalacağım "Hotel Cavalier" de, daha doğrusu orada yer olmadığından verecekleri özel apartmandaki daire de meydana, 100-150 metre uzaklıktaydı.

1200'lerde, bir yumurta biçimde duvarlarla çevrilen kent, çıkan yangınlar nedeniyle sık sık zarar görmüştü. Barok tarzdaki ilk yapıların bugün Gotik versiyonları ayaktaydı...

10-15 dakikalık bir yürüyüşle, bir kenarı 100 metre uzunluğunda olan bir kare şeklindeki Pazar Meydanı'na ulaşmak mümkündü. Meydan, Brugesluların ve gelen turistlerin buluşma yeriydi. Şehrin sembolü olan ünlü saat kulesi Belfry de buradaydı. 83 metre yüksekliğindeki kuleye, 366 basamağı tırmanarak çıkmak ve buradan kenti seyretmek mümkündü. Ben, "Bruges'da" filminde bu sahneyi yaşadım (!), diyerek tırmanmaktan kaçınmıştım, ama her yıl kuleye çıkan 3 – 4 milyon ziyaretçi, sanırım benim gibi düşünmüyordu... Kulede, 47 bronz çan vardı ki her birisi 27'şer ton ağırlığındaydı. Her çeyrekte ve saat başlarında farklı melodiler çalıyorlardı. Zaten kentte, çanların çalmadığı bir an yok gibiydi...

Valizi resepsiyona bıraktıktan sonra, diğer kentlerde olduğu gibi bitmeyen yürüyüşlerime başlayacaktım. Kanallar boyunca yürür, köprüleri aşarken kentin çukulata koktuğunu fark ediyordum. Onlarca çukulatacı vardı. En iyisini bulabilmek için kokular, anımsattıkları, içgüdülerim derken  "The Old Chocolate House" en mükemmelidir, diye karar kılacaktım. Kapısındaki "sıcak çukulata bulunur" tabelası, beni daha da keyiflendirecekti. İki masalık minik pastanesine oturup içeceğimi yudumlarken el yapımı ürünleri de tek tek tadacaktım.

Groeningemuseum, Bruggemuseum, tarihi hastaneyi de mutlaka görmek gerekti. O sevdiğim bulutlu Avrupa havası, 18-19 derecelik sıcaklık, sık sık bastıran sağanak bütün bunları yapmaya elverişliydi...

Kentin, 3 de festivali vardı... Bunlardan birisi, İsa'nın olduğu iddia edilen "kutsal kan" için yapılanıydı. Bu kurumuş kanın, zaman zaman yeniden sıvalaştığı da efsaneler arasındaydı... Bir diğer festival, "Kanal Festivali" adını taşıyor ve her 3 yılda bir gerçekleştiriliyordu... "Altın Ağaç Festivali" ise 5 yılda bir Ağustos ayının son haftasonunda yapılan bir etkinlikti...

Ben, oradayken 2 ayrı meydanda, 2 ayrı festival vardı... Tracy Chapman'ı bir gün farkla kaçırdığıma üzüldüm, ama kaldığım 2 gece boyunca, bu etkinliklere de bir yerlerinden olsun katılmanın keyfini yaşadım...

Kentte çok güzel bir konser salonu da bulunuyordu... Tabii, Belçikalı olan Tenten'in ürünlerinin satıldığı bir mağazayı, oyuncakçıları, antikacıları da gezmek gerekiyordu...

Sonuçta, Bruges beni çok mutlu etti. 7'den 77'ye herkes el ele geziyor, herkes öpüşüyordu. Sonsuz bir huzur ve rahatlık vardı. Turistik bir kent olmasına rağmen, kimse kimseyi kazıklamıyor, kimse kimseye bir şeyler satabilmek için sırnaşmıyordu.

Kanalları, Botanik Bahçesi, çukulata müzesi, mücevher müzesi, görkemli belediye binası, parke taşlı yolları, kuğuları, nefis steak'leri, jumbo karidesleri, matjiasları ve de tatlıları ile, tabii ki o unutulmaz peri masalı görüntüleriyle bambaşka bir dünyada 2 gün geçirdim...

Gecesi, gündüzü farklı farklı güzeldi. Ama, bu kenti bir de karlar altında görmeyi, doğrusu çok istiyorum... Bir kez daha gidecek ve karların örttüğü, masala daha çok yaklaştığı güzelliğini de yaşayacağım... Bu arada, Bruges da Avrupa'daki diğer birçok kent gibi bir bisiklet cenneti, benim de bisiklete binmeyi muhakkak öğrenmem lâzım. Off, yapacak o kadar çok iş, yaşayacak o kadar çok şey var ki...

Bruges, bir yeme-içme şehri de...

Bruges'da dantelcilik de ilerlemiş bir zanaatti. Zor yıllarda - ki turizm, yakın tarihlere kadar söz konusu bile değilmiş, çok yoksul yıllar yaşanmış – kadınların ördüğü bu danteller, şehrin simgelerinden biri haline gelmişti. Bugün, ihtiyaçları yoktu, ama üretim sembolik de olsa, sürdürülüyordu...

Belçika'da yüzlerce çeşit bira üretiliyordu, Bruges da bundan nasibini almıştı. Kente özgü biralar vardı, bunların bardakları da içimleri de özeldi. Çok kalın bir "Belçika Biraları" kitabı satılıyor, bira ve yan ürünlerinin bulunduğu kocaman mağazalar bulunuyordu...

Kentte "Michelin'li" lokantalarda çok güzel yemekler yemek mümkündü. Pazar Meydanı'nı çevreleyen turistik mekânlarda oturup bir şeyler içmek de keyifli, ama buralarda yemek yerine biraz daha uzaktaki lokantaları seçmek, hatta Brugeslular'ın gittiklerini tercih etmek yerinde olur, diye düşünüyordum. Öyle de yaptım...

Kent, denize 40 kilometre uzaklıkta olduğundan, deniz ürünleri de revaçtaydı. Kıyıdan toplanan midyeler özel soslarla birlikte pişirilip tencerelerde servis ediliyordu... Bir tencere, rahatlıkla 2 kişiyi doyuruyordu...

Tüm yazılarını göster