Son aylarda okuduğum tüm tüketici ve çalışan araştırmalarında en sık gördüğüm kavram nedir biliyor musunuz?
Evet, yanlış okumadınız! Sektör analizleri, tüketici değerlendirmeleri, çalışan görüşleri, tehditler ve riskler gibi iş dünyası odaklı araştırma raporlarında “akıl ve ruh sağlığı” en sık geçen konulardan bir tanesi haline gelmiş durumda.
Pandemi, tüm dünyayı etkileyen savaşlar, jeo-politik ve jeo-ekonomik gerilimler, siyasi kutuplaşmalar, iklim krizi, enerji krizi, dezenformasyon, zorunlu göçler, ekonomik problemler, olası bir gıda krizi. Nasıl da karanlık bir liste değil mi? Her biri başlı başına kaos yaratan dev yel değirmenleri gibi ve hangisiyle nasıl mücadele edeceğimizi şaşırmış durumdayız. Koşarak kaçmak istediğimiz bu sorunlar, dünyanın her noktasında, her ülkede, her bir insanı etkiliyor.
Gezegen, dev bir sorun yumağına dönmüşken çok acı bir gerçek de gün yüzüne çıkmış durumda. İnsanlık, tarihte benzeri az görülmüş şekilde mutsuz ve umutsuz. Yaşamaya, çalışmaya, üretmeye motive olmakta zorlanıyor. Akıl ve ruh sağlığının iyi durumda olmadığını ifade ediyor.
Aslında bir sağlık problemi olan bu konu, şirketler, markalar ve iş dünyası odaklı raporlarda neden mi başrol mü oynuyor? Hemen söyleyeyim; çünkü hem tüketiciler hem de çalışanlar şirket ve markalardan beklentilerinin neler olduğunu sıralarken “akıl/ruh olarak iyi değiliz ve umutsuzluk girdabındayız sizden destek bekliyoruz” ifadelerini kullanıyorlar. Hem çok ilginç hem de çok sarsıcı bir durum değil mi?
İstihdam ve daha iyi yaşam koşulları yaratma beklentilerinin yanı sıra ruh sağlığını destekleyecek kaynaklara ulaşmalarını mümkün kılmak, bu konularda yürütülecek konuşmalar, kampanyalar, kaynaklar, platformlar aracılığıyla farkındalığı attırmak ve mücadele yöntemlerini öğretecek eğitim materyalleri ile yardım sağlamak gibi yollarla markaların kendilerini desteklemelerini isteyen tüketicilerin ve çalışanların sayısı giderek artıyor.
Peki asıl işleri ürün ve hizmet üretmek olan şirketlerin, markaların böylesi bir sorumluluğu var mı sizce?
Bundan birkaç yıl önce bu soruyu sorsak muhtemelen farklı bir yanıt alırdık ama bugün geldiğimiz noktada yönetim, iş ve iletişim danışmanları “evet, böylesi bir sorumlulukları var, olmak zorunda” şeklinde görüş belirtiyorlar.
Pandemi döneminde örneklerini gördüğümüz akıl ve ruh sağlığı odaklı çalışmaların geçici olmaması gerektiği ve iş hayatının aktörlerinin, dibe vuran “iyi olma” halini yeniden dengelemeye yardımcı olmaya devam etmeleri gerektiği konusunda da bir görüş birliği var. Elbette hiç kimse markaların akıl sağlığı uzmanı olmasını beklemese de eskiden halının altına süpürülen ve gündemde yer bulamayan bu konunun dokunulmaz olmaktan çıkarılması, ihtiyaçların ve başa çıkma mekanizmalarının konuşulmasının sağlanması açısından önemli bir rol oynamaları mümkün.
Akıl ve ruh sağlığı artık dokunulmaz bir konu değil ve markalar da sohbetin bir parçası olabilir. Bu konular hakkında ne kadar çok konuşursak, bu sohbetler o kadar rahat hale gelir. Alevlenen depresyon ve umutsuzluk ortamında markalar ve şirketler, ürün ve hizmet satmaya çalışmanın ötesinde bir duygusal zekayı benimseyerek, ruh sağlıklarını yönetmenin proaktif, üretken yollarını bulmakta zorlanan insanları eğitmeye ve güçlendirmeye yardımcı olabilir.
Geçtiğimiz süreçte bu konuda oldukça önemli adımlar atan marka uygulamaları da gördük. Örneğin, Uniliver, pandeminin bile çok öncesinde hayata geçirdiği mental sağlık programıyla işverenlere öncülük eden bir proje başlatmıştı.
Nike, psikoterapist Liz Beecroft ile yürüttüğü bir çalışma ile ruh sağlığı sorunlarına atıfta bulunan bir ayakkabı tasarlayarak elde edilen geliri yine bu amaçla çalışan bir fona aktardı. Hatta bu meseleye verdiği önemi göstermek için Nike’ın ikonik hale gelen logosunun dalgalı bir versiyonunu yaratarak ruhsal sorunlarda iyileşmenin doğrusal olmadığını ve bunun normal olduğunu anlatmaya çalıştı.
Lululemon, Birleşmiş Milletler ile ortaklık kurarak endişeyle ve ruhsal sıkıntılarla başa çıkmak gibi konuları kapsayan çevrimiçi bir platform kurdu Maybelline, anksiyete bozuklukları ve depresyonla yaşayan insanlara dokunabilmek için “birlikte cesuruz” projesini hayata geçirdi.
Tüketiciler ve çalışanlar ise şimdi daha fazlasını talep edip bu örneklerin yayılmasını bekliyor. Burada iletişim dünyasının da şapkayı önüne koyup düşünmesinin ve böylesi kaygılı bir dünyada iletişim kurmanın uygun yollarını yeniden tanımlamasının vakti gelmiş gibi görünüyor. Ne dersiniz marka ve şirketler toplumun yeni psikologları olabilir mi?