Küresel krizin uzun vadeli etkileri

Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com

Dünya her ne kadar son krizi beklendiği ölçüde derin bir buhrana girmeden, ortalama olarak dört çeyrek süren bir resesyonla atlatmış gözükse de, geldiğimiz noktada her şeyin güllük gülistanlık olduğunu söylemek çok zor. Unutmayalım ki, 1929 Büyük Buhranı'ndan sonra yaşanan hiçbir kriz bu ölçüde küresel bir boyuta sahip değildi. Son 30 yıldaki krizler, etkilenen ülkelerin ekonomilerinde önemli yaralar açmakla birlikte, coğrafi açıdan bugünkü krize nisbetle oldukça sınırlı kalmıştı. (Latin Amerika borç krizi, ABD tasarruf sandıkları krizi, Tekila Krizi, Rusya Borç Krizi, Uzak Doğu Sermaye Kaçışı Krizi, ABD dot com krizi, Arjantin krizi gibi.) Bu nedenle, yaşadığımız bu global ölçekli kriz sonrasında Dünya ekonomisinin nasıl bir toparlanma sürecinden geçeceği belirsizliğini korumakta.

Başta ABD ve diğer gelişmiş ülkeler olmak üzere, neredeyse tüm Dünya ekonomileri para ve maliye politikalarını bugüne kadar görülmemiş miktarlarda gevşettiler. Her ne kadar para politikalarının gevşetilmesi ve sıkılaştırılması oldukça kolay ve çabuk olabiliyorsa da, bugünkü problem sıkılaştırmanın zamanlamasını doğru tayin edebilmekte. FED Başkanı Bernanke de son bir kaç beyanatında para sıkılaştırma mekanizmalarının nasıl işleyeceğini izah ederek bu duruma dikkat çekmeye çalışıyor. Ancak, her ülkenin krizden etkilenim boyutu ve aldığı parasal tedbirlerin miktarı farklı olduğu için, krizden çıkış politikalarının zamanlamasının da farklı olması kaçınılmaz. Bu durum ise piyasalarda ciddi çalkantı ve spekülasyonlara sebep olacak gibi görünüyor. Nitekim, daha geçen hafta, FED'in bankalara sağladığı likidite karşılığında aldığı reeskont faiz oranında (discount rate) %0.5 oranında artış yapması (ki, bu bir parasal sıkılaştırma anlamına gelmiyor) piyasaların karışmasına ve doların bir anda daha da değerlenmesine yol açtı. Önümüzdeki dönemlerde buna benzer tepkileri sıkça görebiliriz.

Orta ve uzun vadede Dünya ekonomisi açısından daha çok problem çıkaracak konu ise para politikası değil, maliye politikası olacaktır. Kriz sonrasında hemen hemen bütün ülkelerin bütçe açıkları ve dolayısıyla kamu borç oranları ciddi ölçüde artış göstermiştir. 2008'de dünya ülkelerinin kamu borç stoğunun milli gelire oranı %47.7 iken, 2009 yılında bu oran %53.6'ya yükselmiş durumdadır. Gelişmiş ülkelerin son 20 yıldaki bütçe açıklarının ortalaması %2.7 iken, bu oran 2009'da %8.9 olmuş, 2010'da da %8.1 olması beklenmektedir. Daha sonraki 5 sene için de, bütçe açıklarının ortalamada %5'in üzerinde gerçekleşeceği tahmin edilmektedir. Bunun sonucunda, 6 sene içinde, Dünya ülkelerinin ortalama kamu borç stoğunun %80'ler seviyesine çıkması işten bile değildir. (Rogoff ve Reinhart'ın finansal krizlerin son 800 yılını inceledikleri kitaplarında da yaşanan finansal krizlerin 3 yıl sonrasında, ülkelerin kamu borçluluğunun milli hasılalarının %86'sı kadar artış gösterdiği gösterilmekte. Bu nedenle %80 rakamı hiç de gerçek dışı değil.)

Bazıları diyebilir ki, "Evet, %80 yüksek bir oran ama bugün bile Dünya'da pek çok ülke bu borçluluk oranının oldukça üzerinde bir oranla krize girmeden ekonomilerini çevirmekte." Böyle düşünenler şu gerçeği görmezden geliyorlar: Tek tek ülkelerin bütçe açıkları mümkün olduğunca iç tasarruflar, çoğu zaman da dış tasarruflarla karşılanabilir. Ancak, Dünya genelindeki böyle bir toplu kamu açığını kim ve ne pahasına karşılayabilir? Bazı ülkelerde kamu açıkları özel sektör tasarruflarıyla karşılansa bile maliye politikası çarpanının düşük olması nedeniyle büyüme hızlarında gerileme oluşacaktır (bkz. Japonya'nın durumu). Dış tasarrufların ise belirli bir limiti vardır. Sonuçta, biz bugün Dünya ekonomisinin toplamından konuşuyoruz. Yani, yurtdışı tasarruflar (cari denge) nette sıfır olmak zorunda. Bu noktada Martin Wolf gibi bazı yorumcular yüksek tasarruf fazlası veren Çin'in devreye girmesi gerektiğini öne sürmekteler. Ancak, şahsen Çin'in bugüne kadarki tasarruf birikimlerinin etkileyici boyutlarda olduğunu teslim etmekle birlikte, gene de Dünya'nın tüm gelişmiş ülkelerini finanse edecek güçte olmadığını düşünüyorum. Ayrıca, yakın bir zamanda Çin canlandırma paketinin yarattığı balon sonucunda ciddi şekilde kendi iç problemleriyle boğuşmak zorunda kalacaktır. (Rogoff da dünkü açıklamasında Çin'in uzun vadeli büyüme hızının %2'lere kadar düşebileceği uyarısını yapmış.)

Görünen o ki, orta-uzun vadede daha düşük bir hızda seyredecek olan Dünya ekonomik büyüme ortalaması ile birlikte Dünya'da ister istemez bir tasarruf açığı da yaşanacaktır. Böyle bir ortamda, büyüme için zaten kronik bir dış tasarruf ihtiyacı olan Türkiye'nin bütçe açığı da vererek, bir çifte açık politikası izlemesi imkansızdır.

Tüm yazılarını göster