İşsizlik ve madalyasızlık

Cem TOP SPOR ANALİZ cem.top@dunya.com

8 Ağustos tarihinde start alan dünyanın en kapsamlı spor organizasyonu Olimpiyatlar devam ediyor. Kimi ülkeler aldıkları madalyaların sevinciyle coşadursun, ülkemizde ve kafilemizde beklenmedik ölçüde "başarısız" seyreden oyunların muhasebesi yapılmaya başlandı bile. Bu satırların yazıldığı dakikalarda Türkiye genel madalya sıralamasında 2 gümüş ve 1 bronz madalya ile can acıtan bir konumdaydı. Her fırsatta "70 milyonluk dev ülkeyiz" söylemini dillerine pelesenk yapmaktan gururlu bir haz duyanlar bile konu spor olunca asıl devin karşımızdaki ayna olduğunu nihayet fark edebilmiş görünüyorlar.

Düşünün ki; nüfusu topu topu 5,5 milyon olan Slovakya, bugünlerde zamansız ve anlamsız bir savaşın öznesi olan Gürcistan hatta uluslararası arenada ağabeylik yaptığımız Azerbaycan dahi madalya sıralamasında bizi sollayıp geçmişler. Peki ya Zimbabwe'nin 1 altın 3 gümüş madalya ile önümüzde olduğunu söylesem? Abarttığımı düşünenler resmi siteden bu bilgileri teyit edebilirler. Yine bu yazının kaleme alındığı dakikalarda halterdeki son sporcumuz Bünyamin Sudaş'ın henüz podyuma çıkmamış olduğunu belirterek ilginç bir istatistik daha verelim. Bildiğiniz gibi Pekin'e halterde 6 sporcuyla geldik ve sporcularımızdan 5 tanesi yarışmalarını tamamladı. Müsabakalar sonunda koparmada 258, silkmede 111 toplamda ise 199 kilogram derece yaptık. Sakın ola, yanlış anlaşılmasın verilen rakamlar 5 sporcumuzun toplamıdır. Nurcan Taylan, Sedat Artuç ve Taner Sağır hem koparmada hem silkmede İzzet İnce ise silkmede sıfır çekince tablo bu hale geldi. Bu tabloda sakatlıkların büyük etkisi olduğunu kabul etsek bile, 6 sporcumuzun dördündeki bu problemlere de bir açıklama getirilmesi şart. Ortalamaya vurduğunuzda sporcu başına koparmada 51 kg, silkmede 22 kg, toplamda ise 40 kg derece yapmışız. Herhalde buna "imece usulü halter" demek en doğrusu olur. Üstelik halter yalnız bizim değil dış basının da Türkiye'den 3 ya da 4 altın beklediği, oldukça iddialı olduğumuz bir spor dalıydı. Varın gerisini siz düşünün.

Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre son yapılan "Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi" sonuçları toplam nüfusumuzun 70.586.256 kişi olduğunu gösteriyor. Ayrıca ortalama yaşın 28,3 olduğunu ve nüfusun yarısının da bu yaşın altındaki insanlardan oluştuğunu yine bu verilerden çıkarabiliyoruz. Takdir edersiniz ki, 28 yaş ve altındakilerin (hatta bir kısım üstündekilerin) büyük kısmının şu an potansiyel olarak sporcu olabilmeleri mümkün. Oysa Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan "İllere Göre Sporcu Sayıları" başlıklı çalışmada Türkiye Geneli Özerk Federasyon Sporcu Sayıları'na baktığımızda ülke genelindeki faal sporcu sayısının 148 bin 340 olduğu rahatlıkla görülebiliyor. Tabii bir de 2007-2008 sezonu itibariyle GSGM, TFF ve MEB bünyesindeki toplam lisanslı sporcu sayısının 2 milyon 127 bin 76 kişi olduğunu gösteren veriler var ancak bunların kaçının faal ve halen yarışmacı olduğu da önemli. Peki nasıl oluyor da nüfusu bizimkinin dörtte birinden daha az olan Hollanda, "lisanslı ve faal" sporcu sayısında bizi beşe katlamayı beceriyor? Madem istatistiklere göz attık, oradan devam edelim. Nisan, Mayıs, Haziran 2008 dönemini kapsayan Hanehalkı İşgücü Araştırması'na göre ülkemizde genç nüfusun işsizlik oranı %16,3. Genç nüfusa sahip bir ülke olmakla övünen bizler için ne acı bir tablo değil mi? Bahsettiğimiz kitlenin ülke insanının yaklaşık %20'sini oluşturan 15-24 yaş arası gençler olduğunu söylersek, sanıyorum tablonun vahameti daha net ortaya çıkar.

Lafı dolandırmadan bir durum tespiti yapmak gerekirse; ülkemizde rahatlıkla spora yönlendirilebilecek gençlerin genel kapsamda ikiye ayrıldığını söylemek mümkün. Birinci grupta kahvehanelerde, oyun ve bilardo salonlarında hem ömürlerini hem de kendilerini tüketen geniş bir kesim var. İkinci grupta ise, daha ilkokul sıralarından başlamak üzere mantığını asla çözemedikleri bir takım ampirik formülleri hatmetmekle psikolojileri bozulan daha geniş bir kesim. Bu ikinci gruba "atletizm" deseniz, "sınav maratonu" çağrışımıyla eve formül ezberlemeye koşarlar. Birinci grup zaten hem aktif hem pasif içicilik sebebiyle çoktan tıknefes olmuş durumdadır. Devletin sadece ülke insanında spor eksikliğinden doğan rahatsızlıklar için yaptığı sağlık harcamalarını, genç yaşta tükenen ve tüketen bedenleri ülke ekonomisi içinde tolere etmesinin faturasını düşünün. Bir de bu gençlerin spora yönlendirilmesi için gerekli yatırımların yükünü. Tabii bir de gönderdeki bayrağın, seremonilerde İstiklal Marşı'nı dinlemenin gururunu...

Ne dersiniz, sizce de bir yerlerde bir yanlışlık yok mu?

Tüm yazılarını göster