Hereketsizlik tehlikesi ve 2010 bütçesi

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Kriz olsun olmasın, IMF ile anlaşılsın anlaşılmasın Türkiye'nin esas sorununun kendi vizyonunu ve onu gerçekleştirecek programını, yol haritasını belirlemek olduğunu o kadar yazdık ki tekrar uzun uzadıya açıklamaya gerek yok. Kuşkusuz bu kolay bir iş değil, bir dizi karmaşık ve çok aşamalı analizi ve en önemlisi farklı çözüm yolları arasında seçim yapmayı gerektiriyor. Belki de an az yaptığımız, muhtemelen bilinçli olarak kaçındığımız şey de bu tür seçimler. Bunların doğal olarak yol açacağı hoşnutsuzluk ve diğer kısa vadeli maliyetleri göze almayarak eylemsizliği tercih etmenin sonucu, yönünü tayin edemeyeceğiniz akıntının getirecekleri ile yetinmek olacaktır. Hemen belirtelim ki program ve yol haritasından kasıt katiyen merkezden planlama değildir; başta kamu ve özel kesim olmak üzere toplumsal ölçekte kararsızlığı ve yalpalamaları önleyecek bir uzlaşma tabanı yaratılmasıdır.

Öncelik, beklemek değil

Diğer ülkeler gibi Türkiye de, bir yandan krizden çıkışın hasarını asgari düzeyde tutmaya çalışırken öte yandan kriz sonrasında avantajlı bir şekilde kendisini yeniden konumlandırmak arayışında. Ne var ki 2002 ile 2007 arasındaki elverişli dış koşullar bulunmadığı için, önümüzdeki bir iki yılda mutfağını temizlemek, reform çabasını yeniden yoğunlaştırmak, ayrıca iç piyasayı canlandırmak ve iç dinamikleri güçlendirmek zorunda.

Buna karşılık kamu otoritesi yetkililerinin çeşitli demeçleri, bütün politikaların küresel koşulların düzelmesi bekleyişine bağlandığını çağrıştırıyor. Oysa kriz bittiğinde sadece yapısal darboğazları bulunmayan gelişmiş ülkeler değil, gelişmekte olan ülkeler grubunun diğer öncüleri de doğal kaynak, pazar büyüklüğü, cari fazla ya da yüksek tasarruf oranı gibi farklı nedenlerle bizden daha avantajlı konumda olacaklar. Krizden çıkış sürecinin muhtemelen alacağı uzunca zaman, bizim de kendi avantajlarımızı ve hikayemizi oluşturmamız için bir fırsat sağlayabilir. Bu bakımdan bizim önceliğimiz, sadece küresel koşullardaki düzelmeyi beklemek değil, daha çok bu bekleyiş sırasında neler yapacağımızı tasarlamak olmalıdır.

Neler yapılacağı ile ilgili olarak yetkililerin açıklamaları dışında bir süre önce açıklanan 2010 yılı bütçesine de, sınırlı ipuçları bulmak amacıyla, bakılmasında yarar var.

2010 bütçesi ne söylüyor?

Esas itibariyle orta vadeli programın bir türevi sayılabilecek olan 2010 bütçe tasarısı, bu açıdan renkli görünmüyor. 2009 sonu gerçekleşme tahminlerine göre faiz dışı harcamalarda yüzde 9, toplam bütçe giderlerinde ise düşük faiz beklentisiyle yüzde 7.6 gibi muhafazakar bir artışın öngörüldüğü bütçede, bu zorunlu giderleri karşılarken bütçe açığını bir miktar düşürmek ve faiz dışı açığı fazlaya dönüştürmek amaçlanmış. Tahmin edileceği gibi giderlerin üç büyük kalemi personel, transfer ve faiz ödemeleri ile ilgili. Transfer ödemeleri içinde en önemli kalemler ise sosyal güvenlik açıkları ve yerel yönetimler için yapılacak aktarmalar.

Yani kamu borcu, bütçe açığı ve cari açık dolayısıyla 2009 yılı içinde ekonomiyi canlandırma önlemlerinde diğer ülkelere göre pasif kalan Türkiye'nin 2010 yılında bu amaçla ayırabileceği önemli bir kaynak yok. Sınırlı kaynaklar da sosyal güvenlik ve yerel yönetimler gibi öteden beri reform ihtiyacı içinde bulunan fakat reform çalışmaları kesintiye uğrayan iki kronik çukurda kayboluyor. Üstelik bu durum, ülkenin genç işgücü avantajına ve altyapı açığına rağmen oluşuyor. Yani gelecekte durum daha da kötüleşecek. Bütçe kalitesini artırmak için sözkonusu reformların daha fazla ertelenmemesi şart.

Bütçenin gelir bacağında ise, iç ve dış piyasalardaki gelişmelere ilişkin olumlu beklentilere dayalı varsayımlar yapılmış görünüyor. Yine 2009 sonu gerçekleşme tahminlerine oranla toplam bütçe gelirlerinde yüzde 16'yı, vergi gelirlerinde ise yüzde 18'i aşan artış öngörülüyor. Artışın büyük bölümü başta ÖTV ve KDV olmak üzere dolaylı vergilerden bekleniyor; ayrıca gelir vergisinde de enflasyonun üzerinde bir artış beklentisi var. ÖTV'de yüzde 32'ye, dahilde alınan KDV'de yüzde 19'a ve ithal KDV'sinde yüzde 24'e varan artışlar bir yandan fazla bir kamu desteği olmadan piyasaların canlanacağı, diğer yandan büyümede ithalat faktörünün ağırlık kazanacağı doğrultusunda varsayımlara işaret ediyor. Canlanma ve büyüme beklentileri gerçekleşmezse bütçenin tutması için dolaylı vergi oranlarında artış zorunlu hale gelecektir ki bunun hem durgunluk içinde enflasyon riskini tetiklemesi, hem de tüketimi kısması ya da kaçağı artırması gündeme gelebilir.

Yargı dopingi ve Tobin tartışması

Bu arada iç piyasaları sevindirecek bir gelişme yargıdan geldi. Anayasa Mahkemesi'nin 15 Ekim tarihli iptal kararıyla, yatırımcıların müktesep yatırım indirimi haklarını sınırsız kullanabilmelerinin önü açılarak mağduriyetleri giderilirken ücretlerdeki vergi tarifesi hafifletilip istihdam maliyetinin azalması sağlandı; yabancıların yani dar mükelleflerin menkul kıymet kazançlarındaki ayrıcalıklarının sona erdirilmesi ise, dokuz ay içinde yenilenecek mevzuata göre ya yerlilerin de bu bakımdan vergisiz kazanç imkanına kavuşmalarına, ya da portföy yatırımlarına yönelik dış kaynağın maliyetinin artmasına yol açacak.

Son günlerin sıcak bir tartışma konusu olan ve Brezilya uygulamasıyla daha da ısınan sıcak paraya Tobin vergisi ise, sistemin bütününü kavrayan bir program ortaya çıkmadıkça, en azından zamanlama açısından fantezi görünüyor.

Akıntıya kürek çekilmedikçe tartışmaların sonu gelmeyecek…

Tüm yazılarını göster