Hayatın sabitleri:3 / İşi ehline vermesini bilmeyenden yönetici olmaz…

Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ rustu.bozkurt@dunya.com

BUZDAĞININ DİBİ / Rüştü BOZKURT

Denememizin bu bölümünde çok kısaca değinildiği gibi, canlıların ve fikirlerin karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinin yarattığı sinerji, "çıktısı girdisinden daha yüksek olay, olgu, tutum ve davranışlara " kaynaklık ediyor. Kendini sürekli yeniden üreten mekanizmalar giderek daha ayrıntılı biçimde incelenebiliyor. Ayrıntılı incelemeler, yapının, işlev ve kültürü ayakta tutan şeyin "tekrar" olduğunu kanıtlıyor: Biz bu tekrarlanan yapı sonsuza kadar mutlak olmasa da, insan ömrüne göre çok uzun olduğu için onları "hayatin sabitleri" diye adlandırıyoruz. Bu denemede düşüncelerimizi, "Hayatın sabitlerini kavramadan değişimin niteliğini, niceliğini, hızını ve yönünü kavrayamayız" varsayımına dayandırıyoruz. Önceki yazılarda 20 kadar hayat sabitini not etmeye çalıştık. Bu yazıda ve diğerlerinde, öteki yazılar gibi tartışmaya açık genellemelerimizi paylaşacağız.

 21.Güç kullanma ilkesi

Toplumsal gelişmenin bütün aşamalarında geçerliliğini koruyan bir "sabitimiz" de "güç kullanma ilkesidir". Bu ilke, gücünüzün sınırlarını bilin, gücünüzü kullanma zamanını iyi hesaplayın, asıl önemlisi gücünüzü kullandıktan sonra size nasıl döneceğini iyi hesaplayın düsturuna dayanır. Bu ilke, insan kendini fark ettiği ve topluca yaşamaya başladığı günden bugünü geçerliliğini korur.
Özellikle siyasette, güçlü olanların "haklı" gibi gözüktüklerini; güçlerini ilke ve yasalarla sınırlamazlarsa, büyüttükleri ve şişirdikleri güçlerinin altında boğulup kaldıklarına insanlık çok kez tanıklık etmiştir. Aziz Nesin'in "Kargaların Seçtiği Padişah" adlı büyükler için yazdığı masalında, ne yapmasını bilmeyenlerin uğrayacakları sonucun, karga tersi altında kalma olacağı çok net anlatılır.
Şişirilmiş özgüven de, aşırı değerlendirilmiş ve kendini vurmaya dönük güvensizlik de benzer sonuçlar yaratır: Enerjimizin israf edilmesi.
Bugün en gelişmiş toplumdan, en az gelişmiş toplumuna "kaba güç" ve "yumuşak güç" tartışmaları yapılmaktadır. İnsanın doğuştan yarısının iyi, yarısının kötü öz taşıdığını ileri süren, bir bakışa göre bunu iyi yönetmenin "eğitimle", diğer bakışa göre "iktidar kurumlarına hakim olma" ile gerçekleşeceğini söyleyen akımlar nedeniyle çok canlar yanmış, çok çileler çekilmiştir.
Gücünü sorgulamayan bir insan, iyi bir aile reisi, çalışan, iş insanı, yönetici ve yurttaş olma şansına sahip değil. İnsan olma "kendine fren koyma ilkesi" ile mümkün….

22.İşi ehline verme ilkesi

Maddi ve kültürel zenginlik üreterek insan yaşamını kolaylaştırmanın odağından her zaman insan vardır. Avcı- toplayıcı dönemde, yerleşik düzende ve sanayileşme sürecinde "insanın fizik gücü" görece farklılık gösterse de önemini korumuştur. Bilgi Toplumu aşamasında ise, insanın fizik gücü görece gerilemiş, zihin gücü öne çıkmıştır.
Maddi ve kültürel zenginlik üretiminde insanın zihin gücünün öne çıkması, üretimi insan-odaklı olmaktan çıkarmamış, tam tersine analitik yeteneği yüksek, zihinsel gücü gelişmiş, tasarım yapan ve tasarımlarını piyasaya taşıyan insanlar önem kazanmıştır.
Üretim ilişkileri ve istihdam ağırlıkları bilgi-odağına kayınca, insan fizik emeği yerine zihin emeği daha da öne çıkmıştır.
Üretimin odağında insan vardır; şi "ehil insana teslim etme" ilkesi her zaman geçerli olacakır.
Avcı-toplayıcı dönemde yenilebilir otların, meyvelerin, sığınılabilir mağaraların yerlerini iyi bilen, av hayvanlarının izini sürme konusunda deneyim kazanan insanlar toplumun en değerli kişileri olmuştur. Bugün de, üretimi hızlanan, üretimdeki artışla birlikte kirliliği de artan bilgiyi analiz ederek, işimize yarayan ve yaramayan bilgileri ayıklayan "analitik yetenekleri olan insanın" değeri artıyor.
Nitelikli insanın uğraş alanı, kullandığı zihinsel teknikler değişe de, gördüğü işlev aynıdır; bu nedenle "işin ehli" olan insanın değeri hızla yükseiyor. İyi yönetici de, bindiğim at benden akıllı olmasın mantığından hareket ederek sadık ve itaatkar insan yerine, doğruyu gösteren, erken uyarı yapan insanla çalışırsa başarılı olabilir. Küçük ya da büyük işyerlerinde başarılı olan yönetimlerin belirgin özelliği, işleri ehil olana teslim etme yeteneklerinin olmasıdır.
"Bindiğim at benden akıllı olmasın" özgüvensizliği ile yola çıkan yönetimler başarılı olamıyor. Ehliyet yerine, sorgusuz itaat, körü körüne bağlılık arayan yönetimler başarılı o lamıyor.

23.Rollerin mutlakıyeti ilkesi

Her insanın kendine özgü "değerleri" vardır; bu değerler "iradesini" yönlendirir; değerler ve irade "çıkarları" tarafından beslenir. Değer, irade ve çıkarlar bireyin geleceğe yönelik "projelerinin" sınırlarını çizer.
Diğer insanlarla olan ilişkilerde, daha önceden belirlenmiş rolleri benimseriz; karşımızdakinin de bilinen rollerden birini benimsemesini isteriz. Eğer taraflardan biri beklendiği gibi davranmazsa, rolünü oynamayı reddederse, rol dağıtımı küçümsenirse hayatımızın en kırılgan yanı ortaya çıkar. Ahmet Altan'ın bir yazısında köpeğini gezdiren bir Parisli zengininin; metronun ısıtma sisteminin mazgalı üzerinde yatan bir yoksula yüklüce bir para verdiği halde, yoksul insandan hiç tepki almamasının yarattığı kırılganlığı anlatır…Birkaç kez metroda mazgal üzerinde yatan yoksula para veren zengin, onun yüzünde hiçbir mihnet belirtisi görmeyince, öfkelenir; Paris'i terkedip taşrada yerleşir…Paris'e döndüğünde, içindeki duygular onu metrodaki dilenciyi görmek için güçlü bir içsel dalga yaratır; ilk iş yoksul insanı gördüğü yere gitmektir. Zenginin kendine "yardım eden rolü" biçmiş olması, yardım karşısında "mihnet duygusu" beklentisinin karşılığını bulmaması iç dünyasında alt üst oluşlar yaratmıştır.
İbrahim Peygamber 'in yaşamından kesitler anlatan kitaptan küçük bir alıntı yapalım:
" Zohar'ın oğlu Ephron ve Hebron İbrahim Peygambere aile mezarlığı için bedelsiz bir yer vermek isterler. "Al senin olsun" derler İbrahim Peygambere. Ancak İbrahim Peygamber bu öneriyi kabul etmez. Bedelini ödemek için ısrar eder. Eğer bedeli ödenmezse bunu kabul etmeyeceğini söyler. Neden sonra Ephron ve Hebron kardeşler parayı almayı kabul eder. İbrahim Peygamber de Macpelah mağarasını satın alır; öldükten sonra karısı Sarah ile birlikte oraya gömülür"
İbrahim Peygamber "bağış alan adam rolünü" üstlenmek istemez. Bilmektedir ki, kişinin üstlendiği rol, er ya da geç ilişkilerinin dinamiğini belirleyecektir. Bir peygamberin de böyle bir tuzağa düşmesi doğru olmayacaktır.
"Rollerin mutlakiyeti ilkesi" insanın bulunduğu her aşamada geçerli olan sabitlerimiz arasında güçlü bir konuma sahiptir. Bu çok temel ilkeyi bilmeden, kavramadan herhangi bir işi tam, doğru ve düzgün biçimde yapamayız.

24.Bakma ve görme ilkesi

Halkımızın akıl birikimi, "…devenin nalbant dükkanına baktığı gibi bakma!" der…Deve toynağı olmadığı için nalın, nal çivisinin acısının farkında ve bilincinde değildir; nalbant çiviyi çakarken seyirlik bakışı vardır.
 Bakmak bilinç dışı bir eylemdir; karşılaştığımız olay ya da olgulara "bakarız" ama, "gördüğümüzü" ileri süremeyiz. Görmek, çakılan çivinin ustaca çakılmadığı zaman yara açtığını can yaktığını ve acı çektirdiğinin farkında olmaktır. Görmek bilinçle, sorgulayarak, etki-tepki biçimlerini anlayarak, gözlediğimiz olay ya da olgulara gözümüz yanında zihnimizi de katmaktır.
Dünyanın en zor işi "tanıklık" tır…Aynı olayı görmüş iki kişinin anlatımını dinlediği zaman hakimler çok farklı algılarla karşılaşır; bir birine zıt olan yargılara ulaşıldığını saptarlar. Eğer o anda bilinçli biçimde gelişmeyi zihin süzgecinden geçirmez, neden ve niçinlerini sorgulamazsa, sadece bakan biri ile gören arasında büyük algı farkları oluşur.
 Görmek, olay ya da olgunun neden ve niçinlerini bilmek kadar; gelişmeyi yaratan arka plana da hakim olduğumuz zaman derinleşir. Ayrıntı bilgisine sahip değilsek, genel eğilimlerin fırsat ve tehlikeleri ile ayrıntı bilgisi arasında denge kuramıyorsak; çoğu kez "akılcı" uygulamalardan saparız.
İnsanın görebilmesi için konuya hakim olma gerek şarttır…Ciddi istihbarat örgütleri, " Meşhuru meçhule izletmeyin" ilkesine uyarlar. Bilirler ki, az bilgisi olan insan, kendinden daha bilgili birini izliyorsa, izlenen kişinin ne dediklerini tam olarak "anlayamadığı" zaman değerlendirme hataları artar. O nedenle, izlenen bir kişi, olay ya da olguyu anlayacak kadar bilgiye, görebilecek bilince sahip olmayanların "haksız değerlendirme" yapması olasılığını hep akılda diri tutarak, "görme ve bakma ilkesine" unutmayarak çalıma insanı bir ödevdir.
Bakan değil, gören insan olmak bizi gerçek insanlığa yaklaştırır.


25.Kaynak kıtlığı ilkesi:

Peter R. Diamanidis ve Steven Kotler'in "Bolluk Çağı/ Gelecek Daha Güzel Olacak" kitabında, teknolojinin insanlığın önünü açacağını kanıtlamaya çalışan çok sayıda örnek olmasına karşın, "kıtlık ilkesi" her zaman geçerlidir ve hayatin sabiti olma özelliğini koruyacaktır.
İnsanın fizik enerjisi son derece sınırlıdır; fizik gücü bakımından insan birçok canlının çok gerisinde kalır. Düş gücü dikkate alındığında, insanın sonsuz enerjisi olduğunu görürüz. Bu düş gücü, isteklerini ve beklentilerini de büyütür. Bu nedenle, insanın çıplak gücüyle yapamadığını, aklını kullanarak bulduğu araç ve metotlarla yapılması olan "teknoloji" ne kadar gelişirse gelişsin, insanın sonsuza açık beklentilerini karşılama şansına sahip değildir.
İsteklerin sonsuz, kaynakların sınırlı olması "kaynak bilinci" yaratır… Yeraltı ve yerüstü kaynakları, insan eliyle oluşturulan fiziki sermayeyi, insan kaynağını ve teknolojiyi etkin ve verimli kullanmaya bizi götürecek olan "kaynak bilincimiz" olacaktır. Kaynakların doğru yerde, doğru zamanda, doğru miktarda ve doğru amaçlar için kullanılmasının gereği olan kaynak bilinci işlerimizi "planlı yapmaya" götürmelidir.
 İhtiyaçlarımız ile olanak ve kısıtlarımız arasında denge kurmak, akılcılığın temel bileşenlerinden biridir. O nedenle, kaynakların kıt olması ilkesinin farkında olmayan, bilincini geliştirmeyen ve bilincini yükseltmeyen insanlar israf batağına saplanır.

26.Kaynak bolluğu sendromu:

İnsanın bilincini geliştiren, öngören ve önlem alan, öncelikleri belirleyerek planlı hareket edebilen canlı olmasına karşın, bol kaynaklara eriştiği zaman israfa kaçtığını, kaynaklarını çarçur ettiğini sayısız örneklerinden biliyoruz.
Bazı iktisatçıların "Hollanda sendromu" dediği bu olgu, çoğu zaman ekonomilerin sağlıklı büyümelerinin önünde engel oluşturduğu ileri süren bilim insanları da var.
Daron Acemoğlu ve arkadaşlarının çalışmaları, kaynak bolluğu ile sağlıklı büyüme arasında doğrusal bir ilişki olmadığını kanıtlıyor.
Yetişkin insan kaynağına dayanan, işleyen kurumlar yaratan, kaynak değerlendirme bilinci yükselmiş ülkeler daha sürdürülebilir büyüme yaratabiliyor ve sonuç alabiliyor.
Bol kaynak sahibi olmanın yarattığı disiplinsizlik, tembellik, açgözlülük ve sorumsuzluk verimliliği azaltır. Bol kaynak, kaynak yaratma çabası yerine var olan kaynakları paylaşma anlayışını besler.
Kıt kaynaklarda insanların fizik ve düş enerjilerini üretme ve kendini kanıtlamaya yönelttiğini, bol kaynakları yönetecek deneyim ve birikimlerimiz yoksa, savurganlığı öne çıkardığını biliyoruz. Bu bilgi bizi " kaynak bolluğu sendromunun" da hayatin sabitlerinden biri olduğu düşüncesine taşıyor.

27.Eşdeğerlilik ilkesi:

Ray Huang'in "Çin Tarihi/Bir Makro Tarih Yaklaşımı" adlı kitabının önsözünde Attila Sönmez'in tanımından yola çıkalım:
" Modernleşme, tarımsal ekonomideki geleneksel kurallara dayalı ticaret yerine, eşdeğerlilik ilkesine dayalı ticarete geçiştir. Malların modern ticarete konu olabilmesi için piyasada çeşitli mal ve hizmet değerlerinin serbestçe belirlenmesi gerekir. Öyle ki, alış-veriş işleminin her iki taraf için verimli olabilmesi, her an için her mal ve hizmetin diğer mal hizmetler karşısındaki değerinin bilinesine bağlıdır (…) Modern ticaret sisteminin işlemesi için mal ve hizmetlerin eşdeğerliliğinin yargı organlarınca, gerektiğinde zorla kabul ettirilmesi gerekir. Bu da arkasında, sözleşmelerin herkes için bağlayıcılığı ilkesini getirir. Bu sadece yasalar ve yargı sisteminin modernleşmesini değil, kanun önünde eşitlik ilkesini de beraberinde getirir. Yurttaşların kanun önünde eşitlik ilkesinin kabulü , kaçınılmaz olarak bütün siyasal sistemi, devlet organlarının kuruluş ve işleyişini de modernleştirir."
Etkin bir hukuk sistemi olmadan serbest ve adil piyasadan söz edemeyiz. Serbest ve adil piyasa yoksa, girişimcilerin "şans eşitliği" de yoktur. Gizli ve açık korumaların etkisi altında rekabet söz konusu ise "haksız rekabet" kaçınılmaz olur; yetkin ve becerikli olanın aleyhine bir işleyiş da yaratabilir.
Toplumlar hangi gelişme düzeyinde olursa olsun, eşdeğerlilik ilkesi gelişmenin itici güçlerinden biridir. Eşdeğerlilik ilkesinin hayata taşınmadığı toplumlarda, haksız kazancın önüne geçilemez; orta ve uzun dönemde güven sarsılarak, toplumsal bağların çözülmesi önlenemez.

28.Farklı dönemlere ait olanın eş zamanlılığı ilkesi

Evren genişliyor, dünyamız da sürekli değişiyor. Zamanın akışı içinde, değişenler yanında değişmeyenler de varlığını korur. Değişmeyenlerin "hayatın sabiti" olduğunun en güzel kanıtı Aborijin duasıdır: "Tanrım değiştirilmesi gereken şeyleri değiştirebilmem için bana güç ver… Tanrım, değiştirilmez olanları kabullenebilmem için bana sabır ver... Tanrım, nelerin değiştirilebilir, nelerin değiştirilemez olduğunu anlayabilmem için bana akıl ver!"
Sosyolojinin çok temel ilkelerinden biri de, "farklı dönemlere ait olanların eş zamanlılığı ilkesidir": Tohumun toprağa atılarak yerleşik düzene geçilişinden bu yana 12 bin yılı aşmıştır ama toprağı sürmek için bir çatal ağacın kullanılması ile ortaya çıkan sabanı hala bugün kullanılan insanlar vardır.
Bir değişim ve dönüşüm olduğu zaman, bir önceki aşamanın araç, gereç ve metotlarının tümden silindiğini, yok olduğunu düşünmemiz hata olur. Araç, gereç ve metotlar yaşam biçimimizi, yaşam tarzımızı ve yaşam kalitemizi değiştirir ama tümden ortadan silmez…
Değişim ve dönüşümün "ara formlarını", gelişmeyi besleyen ve engelleyen yönlerini bilmeden hayatı, işi ve toplumsal sistemi etkin yönetmemiz kolay olmayacaktır. Farklı dönemlere ait olanların eş zamanlılığı ilkesini kavramışsak, analizlerimizi bir du pencereden değerlendirir; "çoklu düşüncenin" kapsayıcı etkilerinden yararlanabiliriz.

29.Fraktal davranış ve tekrarlama ilkesi:

Gerd Benning'le yapılan bir söyleşide yaratıcı-yenilikçi bakışı anlatılırken, canlıların ve fikirlerin arasındaki ilişkiler ve işbirliklerinden doğan sinerji fraktal kavramı ile açıklanır.
Geride bıraktığımız yüzyılda bilim alanındaki temel eğilimlerden biri, sorunlar ele alınırken analiz kolaylığı olsun diye " kuşatılabilir parçalara" bölmekti. Parçalara ayırma yöntemi "tek ölçülü düşünce" denen bir anlayışa dayandırılırdı. Benoit Mandelbot ve Kenneth Wilson çalışmalarında "çok ölçülü düşünce" akımına öncülük ettiler. Bilim ve teknolojideki gelişmeler ayrıntıları isteğimiz kadar büyütme olanakları yaratınca, birbirini tekrarlayan yapı örnekleri gözlendi. Mandelbot'un saptamasına göre bu tekrarlanma sadece yapılarda değil, süreçlerde de geçerliydi. Süreçler de kendine benzerlik özelliği taşıyordu. Küçük planda değişiklikler, toplanıp büyük değişiklikler yaratıyordu, büyük ölçekli değişiklikler tekrar küçük plandaki deşmeleri yönlendiriyordu.
Üzerinde çalıştığımız sorunlarda "tekrarlayan yapı özelliklerini" kavramak, hem sistem kapasitesini kavramamızı kolaylaştırır; hem de entelektüel kapasitemizi etkin ve verimli kullanma fırsatı yaratır. Değişmez olanları saptadıktan sonra, enerjimizi değişmelere odaklar daha etkin sonuçlar üretebiliriz.

Karar verirken, yapının değişen ve değişmeyen bileşenlerini ve bağlamlarını düşünmeden, net bilgi sahibi olmadan, kaynakları etkin koordinasyonunu sağlamadan ve iş üzerine odaklanmadan hayatin gerçekliğine yaklaşılamıyor. Margaret Wertheim' in de belirttiği gibi, fraktalların "kendine benzerlik" özelliğini kavramadan, her bir küçük parçanın kendi içerisinde dıştaki kadar zengin ve aynı karmaşıklıktaki parçalardan oluştuğunu kavramadan ve anlamadan betimleyemiyor; sonuçları da belirleyemiyoruz.

30.Kaleler savunma kadar kaçmak için de yapılır

Yanlış anımsamıyorsam Akira Kurosava'nın filmindeydi… Köy muhtarı savunmak için kale yapmaya çalışan Samuray Reisine, korumanın bir yerini çok zayıf, bir tekme ile yıkılacak zayıflıkta bırakılmasının nedenini söylüyordu… Köylü kuşkuculuğu ile bunun tehlike yaratıp yaratmayacağını merak eden köylüye, Samuray Reisi " Kaleler sadece savunmak için değil, kaçmak için de yapılır" diyordu.

Tek bir amaca, o amaçtan türeyen düşüncelere saplanıp kalmak genellikle sorun yaratır. Dualite ilkesi nedeniyle olguların yararlı yanları kadar zararlı yanları da olabilir. Yaşamın değişim dinamiklerini izlemek, değişen koşullara göre tepkiler geliştirmek gerekir.

İnsanlarla karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinde "kesin ifade" ve "tek doğru" algısı bir "sapmadır". Bugün bizim için "doğru" gibi gözüken, yarın tümden "yanlış" olarak değerlendirilebilir. İlişkilerde, hiçbir fikre, düşünceye, ideolojiye ve inanca mutlak anlamda angaje olmamak gerekir.

Kalelerin sadece savunmak için değil, kaçmak içinde yapıldığı bilinciyle, karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinde bütün köprüleri atan sert çıkışlardan kaçınmalı, her zaman "açık kapı" bırakan bir tutum izlemeliyiz.

Tüm yazılarını göster