Görmediğimiz, algılamadığımız tehlike, tehlike sayılmıyor

Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ ala.aktas@gmail.com

Daha önce de dikkat çektiğimiz bir davranış kalıbı var. Karşıdan karşıya geçmek için kendini araçların arasına atanlar üç beş adımdan sonra artık gelen araçlara bakmayı bırakır ve başlarını öne eğerek, çoğu zaman da gülümseyerek koşmayı tercih ederler. Tuhaf bir davranıştır bu; belli ki tehlikeyi görmeyince, o tehlikeyi savuşturmakta olduğumuz varsayımıyla böyle hareket ederiz. Sağ salim karşıya geçebilmişsek; evet, tehlike savuşturulmuştur. Yok geçememişsek, demek ki başımıza öne eğmenin de, gülümseyerek, hatta gülerek koşmanın ve böylece kendimizi rahatlatmaya çalışmanın da bir yararı yoktur. Gözümüzü ya hastanede açarız, ya morgda açamayız.

Bireyler böyle davranışlar sergiler de toplumlar sergilemez mi? Felaketlerin, hep başkalarının başına gelebilecek olumsuzluklar olduğunu düşünürüz. Her bayramda 200-300 kişiyi trafiğe kurban vereceğimizi biliriz bilmeye de, o kişiler arasında bizim de bulunabileceğimiz neredeyse hiç aklımıza gelmez. Bize göre, birileri ölecektir. Biz ölmezsek risk sıfırdır, ölürsek yüzde 100.

Bireyler de tehlikeyi görmezden gelir, toplumlar da, o toplumu yönetenler de. Sonuçta onlar da özünde bireydir ve bu toplumun içinden çıkmış insanlardır. 

Tehlikeli sularda yüzüyoruz ülke olarak. Her yönden tehlikeyle dolu sularda... Ve giderek geçmişi arayacak ölçüde sıkıntılı günlere yelken açıyoruz.

7 Haziran öncesine bakalım; en azından terör yoktu değil mi. Terör olmamasının nasıl bir nimet olduğunu yeni yeni anladık. 

Her geçen gün artan mülteciler... Sayı bugünkü düzeyde kalsa ve artık artmasa bile, bugünü değil, beş-on yıl sonrasını düşünmek durumundayız. Şimdiki sıkıntıları bile mumla arayacağız. Ne olacak şimdi on-on beş yaşında olan çocuklar. Eğitim yok, doğru dürüst iş yok. Beş-on yıl sonra erkekler sokak serserisi, mafya; ya kızlar?

İşsizlik zaten büyük sorun, Suriyeliler ucuz işgücü ve her geçen gün hır gür artacak. İnsanlar işine ortak olanlara tabii ki iyi gözle bakmayacak, bakmıyor da. Ama biz hala, Suriyelilere kucak açmış olmakla övünüyoruz. 

Başımızı eğmiş, tehlikeye bakmıyoruz, ama tehlike üstümüze üstümüze geliyor. Her yönden hem de. Yani bakacağımız bir tek yön yok ki. Dört bir tarafımız çevrilmiş adeta.

Dış politikada sıkıntılıyız. Yurtiçinde güvenliği tesis etmede büyük sorunlar yaşıyoruz. Güney sınırlarımızda devlet yok devlet. Yani bir anlamda sınır kalmamış. Çünkü sınır, devletler arasında olur değil mi. 

Bunlar yetmezmiş gibi ekonomik sıkıntılarla boğuşuyoruz. Türk parası değer yitiriyor, hızlı bir şekilde. "Dolar değer kazanıyor aslında, TL değer yitirmiyor, dolar tüm paralara karşı değer kazandığı için böyle bir tablo çıkıyor ortaya" denilebilir, deniliyor zaten. Bu görüş bir ölçüde doğru. Biz, yapmamız gerekenleri yapabilseydik, TL buralarda mı olurdu.

"Bize bir şey olmaz"dan "TL'ye bir şey olmaz"a evriliyoruz adeta. Ama öyle bir oluyor ki... Üstelik bunun işe yarayacağını, ihracatımızı artırıp ithalatımızı yavaşlatacağını sanıyoruz, umuyoruz, bu da pek gerçekleşmiyor. İthalatta yavaşlama oluyor olmasına da, bunda ekonominin yavaşlaması ve enerji ithalatımızın gerilemesi daha büyük etki yapıyor. Kur artışı daha az etki doğurur durumda. Ama asıl hayal kırıklığını, ihracatın artmamasıyla yaşıyoruz. Ezberimiz bozuluyor adeta. Şimdiye kadar hep "TL bu kadar değerli olmasa kim tutar ihracatı" diye nutuk atanlar, bakıyoruz da suspus olmuş durumdalar.

Ekonomik aktivitede kaygı verici yavaşlama işaretleri var. O yüzdendir ki tüketici kredilerinde vadenin uzatılması, kredi kartlarında bir süre önce sınırlanan taksit sayısının yeniden artırılması gibi seçenekler üstünde duruluyor. Bir dönem kredi artış hızını sınırlamak için yoğun çaba gösterirken, artık kredi kullandıracak müşteri bulamayacak duruma geliyoruz sanki. Ekonomi büzülüyor, kendi kabuğuna çekiliyor adeta. 

Bakkal yanındaki manavdan daha az alışveriş yapıyor, o yanındaki hırdavatçıdan, hırdavatçı daha az balık yiyebiliyor, balıkçı öğle yemeğini komşu lokantada yemek yerine evden getirmeyi tercih ediyor, lokantacı da bakkala daha az uğruyor. 

Ekonomi bu duruma gelmiş, enflasyon artmasın ya da daha az artsın diye bir anlamda isteyerek, bilerek uygulamaya koyduğumuz önlemlerden geri dönüş yolları aramaya başlamışız. Bir takım önlemlerle bazı harcamaları kısmak kolay da, o harcamaları hemen yeniden canlandırmak pek o kadar kolay olacak gibi görünmüyor. 

Hele ki bugünün koşullarında. Yarını kestirmek hiçbir şekilde mümkün değilken, 2 Kasım'da ne olacağını, daha da önemlisi sonrasında neler yaşanacağını kimse bilmiyorken, vatandaşın tüketimini artırması, daha fazla borç altına girmesi beklenebilir mi? Herkes, bugünlere "Hele bir geçsin" gözüyle bakıyor, zorunlu olmadıkça harcamalar ertelenebildiği kadar ertelenmeye çalışılıyor. Yani bakkaldan lokantacıya uzanan ve arada daha onlarca üreticinin, esnafın bulunduğu halka giderek zayıflıyor. 

Bu zayıflama bizi makro ölçekte nereye mi çekecek, yani bu yılki milli gelirimiz, kişi başına gelirimiz nerelere mi inecek, bunun hesabı da birkaç gün sonra...  
 

Tüm yazılarını göster