Geçmiş ve gelecek

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ debrovian@gmail.com


 

Göreceli olarak kısa bir tarihten bahsediyoruz. Ama kısa tarihte bile 200, 300, 500 yıl önce atılan adımlar, yapılan tercihler, geliştirilen kurumlar günümüzdeki gelir dağılımı, eğitim, sağlık, verimlilik parametrelerine etki yapabiliyor. İktisatçının "tarihe" olan ilgisi hiç değilse böyle motive edilebiliyor. Simültane yazmakta olduğum iki kitabın ilkinde Avrupa tarihini feodalizmle başlatıyorum. Böylece Roma mirası ve Germen etkisi otomatik olarak tarihe yedirilmiş oluyor. Feodalizm derken kiliseyi dahil etmemek olanaksız olduğu için kilise-üniversite-aydınlar-burjuvalar arası etkileşimler de bazen konuya dahil oluyor. Bu bölümde Marksist historiografi başta olmak üzere ağırlıklı olarak feodalizmin teorisi sergilenecek ve tartışılacak. Türkiye'de feodalite tartışmalarının 1960'lı yıllarda popülerleştiği doğrudur ve söz konusu popülerleşmeye paralel olarak Osmanlı'nın feodal olup olmadığı sorusunun zihinleri fazlasıyla meşgul ettiği uzun bir dönem yaşandığı söylenebilir. Buradaki ana fikir Osmanlı'nın feodal olması halinde kapitalizme evrilme potansiyeli taşımış olacağı, dolayısıyla geri kalmışlığın bir kader olmadığı, geri bıraktırılmışlığın söz konusu olduğuydu. İç dinamik-dış dinamik tartışmasının yapıldığı yıllarda Osmanlı'nın feodal olduğu görüşünün yerleşmesi kapitalizme evrilememenin dışsal, emperyalizm eliyle empoze edilen bir olgu olduğu tezini destekler nitelikteydi. Osmanlı'nın feodal değil de, örneğin ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) olması halindeyse özgünlüğe kapı açılıyordu. Evrensel gelişme şemalarının dışında kalmadığımızı savunanlarla "özgün" bir toplumsal formasyon oluşturmuş olduğumuzu düşünenler arasında siyasi talepler ve ajanda açısından büyük farklar olacağı ve olduğu açıktır. Zamanla, doğrudan güncel siyasi göndermelere açık bir tartışma ortamından daha rafine ve akademik dozu güçlü bir tartışma platformuna geçildiğini  söyleyebiliriz.

Klasikleşmiş anlatıda feodalite sömürünün aşikar olduğu, herhangi bir maskeleme ihtiyacı duyulmaksızın ideolojik olarak onaylandığı bir toplumsal sistemdir. Bu yönüyle serflerin ve özgür köylülerin rızasına -kısmen- dayanır. Fakat öte yandan feodalitede ciddi bir güç kullanımının, toplumsal zorun rol oynadığı da ortadadır. Bu iki faktör değişik feodalite imajlarında farklı roller oynarlar ve vurgunun nereye yapıldığı feodaliteyi zihnimizde nasıl temsil ettiğimizi belirler. Ancak feodalite sadece sömürü ilişkisinin nasıl işlediğine dair bir karar vererek nitelenecek kadar basit bir üretim tarzı  da değildir. Feodalite desantralize bir siyasi üstyapıya dayanır ve vassalage ilişkilerini gereksinir. Yani feodalite elbette söze, onura, kontrata da dayalıdır: Alt-lordun üst-lorda vb biat etmesini gerektirir. Zamanla feodalitenin siyasi üstyapıya referans verilmeden nitelenmeye çalışılmasının fazla verimli bir yol olmadığı, sadece üretim ilişkilerine yapılacak vurguyla tüm Ortaçağ'ın yanlış biçimde "feodal bir okyanus" gibi görülebileceği ve feodal teriminin özgül bir belirlemeye yetmeyeceği anlaşıldı. Gelinen bu noktadan başlayarak daha modern bir anlatıyı tercih edeceğiz. Rıza ve güç ağırlıklarını dağıtabilmek, vurgunun nereye yapılması gerektiğine karar verebilmek için tam teşekküllü bir teorik çerçevenin gerekli olduğu açıktır. Bu noktada modern literatürün üç feodalite süper modelinin etkisi altında gelişmiş olduğu söylenebilir: Malthusgil, Smithgil ve Marxgil modeller. Smithgil modelde ticaretin gelişmesi, piyasaların derinleşmesi ve teknolojik ilerleme ana dinamikleri sağlarken, Malthusgil modelde göreceli faktör ağırlıkları, yani nüfus ve kaynaklar, tam olarak da toprak/işgücü oranı, temel açıklayıcılar olarak ileri sürülür. Marxgil modelse mülkiyet ilişkileri ve sınıf mücadelesini temel taşları olarak görür. Feodalizmi esas olarak zor kullanımına dayalı bir toplumsal düzen olarak görenler Marxgil modelle aşağı yukarı örtüşürlerken, feodalizmi esas olarak rızaya (kontratlara) dayalı bir sistem olarak algılayanlar mutlaka diğer iki süper modelle örtüşmeyebilirler.

Marksistler açısından 1950'lerin "geçiş" tartışması ve 1970'lerin Brenner tartışması görüşlerin berraklaşmasında rol oynayan iki önemli katalist olmuş sayılabilir. Feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmasına iktisatçılar Paul Sweezy, Maurice Dobb, tarihçiler Rodney Hilton, Christopher Hill, ayrıca Kohachiro Takahashi, Georges Lefebvre, Guiliano Procacci ve John Merrington katılmışlardı. Bu tartışmaya Robert Brenner'in dışında Guy Bois, Michael M. Postan, Heide Wunder, Emmanuel Le Roy Ladurie, Rodney Hilton, John Hatcher gibi tanınmış tarihçiler katkıda bulundu. Ancak konu bir Marksist historiografi konusu olarak başlayıp bitmiyor. Problem sadece iki sınıflı toplum/iki aktörlü oyun modellemesinin eksikliğinden kaynaklanan bir tahayyül fakirliği sorunu değil. Susan Reynolds, örneğin, feodalizm adlandırmasının bile sorunlu olduğunu belirtiyor (Reynolds, 1994). İlerledikçe konunun çok veçhesi olduğunu ve ilk bakışta göründüğü kadar basit olmadığını göreceğiz. Ama acaba gerçekten de bir "kurgunun tiranlığı" (Brown, 1974) altında mı düşünmeye çalışıyoruz? Lordları ve serfleri karşı karşıya getiren çeşitli oyunlar tasarlamanın iktisatçılar için çok cazip olduğu açık olmakla beraber, örneğin Robin Hood ve Nothingham Şerifi, biraz daha detaycı bir iktisatçı için bu tür "düello" modelleri veya "yırtıcı kuş-av" modelleri yeterli sayılmamalı. Neoklasik bir şıklığın ötesine geçmek, böylece "matematik kesinlikten" taviz vermek ve modern anlatıya sarılmak yer yer kaçınılmaz.

Sınıf mücadelesi tarih aşırı bir sabit midir? Sınıf mücadelesi "önemliyse", feodal dengenin kararlılığı acaba gerçekten de serf savaşçılarının direncine ve hem Robin Hood'un hem de köylülerin sınıf savaşına sadakatlerine, lordların da uzun görüşlü olmasına ve "malikâne geleneklerini" fazla zorlamamalarına mı dayanıyordu? Eğer böyleyse, uzun bir tarihi parantez olarak feodalite, her zaman kolektif aksiyon probleminin çözümü olarak bağrında bir feodal monarşi ihtimalini, merkezi bir feodal devletin tohumunu mu taşıyordu? Feodal bir merkezi devletin tarihi olarak terimlerde çelişki olduğunu düşünmek de mümkün olabilir. O zaman şunu söyleyebiliriz: üst lord olan kralın primus inter pares olarak hakemliğinin yetmediği noktada mutlakıyetçi bir Leviathan'ın gölgesi, malikâne gelenekleri çözülürken, sadece tarihi bir çözüm değil, mantıksal bir olasılık ve çözüm olarak da Nottingham manoruna düşüyor muydu? "Avrupa"yı bir yerden "başlatmak" lazım. Buradan başlatıyorum.

Tüm yazılarını göster