Doğrusu insanın eli artık pek yazmaya da varmıyor; çünkü yeni ve ilginç bir şey söyleyebileceğimizden emin değiliz. Gerçekten yıllardır sözünü ettiğimiz neredeyse bütün temel sorunlarımız olduğu gibi duruyor: sadece kısa vadeye endeksli politikalar ve tartışmalar, borçlanmaya ve ithalata dayalı ekonomik model, ancak büyümeden vazgeçince kontrol edilebilen cari açık, adaletsiz ve esnekliğini yitirmiş vergi düzeni, büyüyen bütçe açığı nedeniyle bozulan kamu finansmanı ve mali disiplin, ölçek ve verimlilik dezavantajlarına ek olarak daralan ve pahalılaşan finans maliyetleri ile giderek zayıflayan reel kesim, ekonomik resesyon nedeniyle aktif kalitesi ve kredi derecelendirme notu düşen bankacılık kesiminin son çıpa niteliğini kaybetme tehlikesi, ülke riski hepsi yörünge değişikliği ve stratejik plan gerektiren politika alanları. Oysa biz bütün gücümüzle finansal göstergelerin ve bankacılık kesiminin kozmetik görüntüsünü korumaya yönelik taktik tedbirlere, yani başka bir deyişle günü kurtarma çabalarına yoğunlaşmış durumdayız. Üstelik küresel konjonktürün sağladığı ve 2001 sonrasında kısmen kullandığımız, 2008’deki finans krizi sonrasında ise kullanamadığımız mutfak düzeltme fırsatı da artık söz konusu değil. Piyasa ekonomisi, geçen yazımızda belirttiğimiz gibi, artık kitlelerin beklentisine çözüm getirecek çözümlerde zorlanan sistemik bir krizin eşiğinde. Ufukta her koyunun kendi bacağından asılacağı ve ancak ülke riskini azaltıp güven endekslerinin yükseleceği ülkelerin ayakta durabileceği bir dönem görünüyor.
Alternatif programa kimsenin hevesi yok
Daha önce de yazdık, aslında asıl sorun kimsenin, ne özel ne kamu kesimin, ne iktidarın ne muhalefetin, ne de akademyanın mevcut ekonomik modele alternatif geliştirmeye hevesli ya da gönüllü olmamasında. Dış borcun kolay olduğu dönemlerde düşük faizle hem firmalar, hem hanehalkı ithalata ve harcamaya özendirilirken, kaynak girişi zorlaşınca faizler yükseltilmek zorunda kalınıyor, bu da hem ekonomide daralmaya hem de kredilerin geri dönüşünde tıkanmalara yol açıyor. Kredi teşvikleri ile bu döngü biraz ötelenebilir, ama tersine çevrilmesi mümkün değil. Ayrıca sözünü ettiğimiz alternatifin 2001 yılı krizinin ardından uygulanan ve risklerin minimize edilerek dış kaynak girişini mümkün kılan başarılı programın devamında, cari açıksız büyüme dinamiklerini oluşturmak için geliştirilmesi gerekiyordu. Oysa biz bu zorlu ama zorunlu misyondan kaçındığımız gibi, yabancı kaynak girişi için önkoşul olan güven algısını zayıflatıp risk faktörlerini büyüttük; görünüşte herkesi mutlu eden bir bahar yaşadık, ama gerçekte har vurup harman savurduk. Sonunda geldiğimiz noktada, biriktirdiğimiz risklerle, alternatif model şöyle dursun, mevcut model içinde bile yola devam edemeyecek, dış kaynak temininde zorlanacak duruma gelmiş bulunuyoruz.
Kaldı ki riski arttırma pahasına ardı ardına yürürlüğe konan genişletici politikalara rağmen ekonomide küçülme devam ediyor. Yılın ikinci çeyreği de, ilk çeyrekteki %2.6 daralmanın ardından, %1.5 daralma ile sonuçlandı. Belli ki kredi teşvikleri sadece daralmanın hızını yavaşlatmayı sağlamış. Üstelik bu etki de çoğu temel ihtiyaç maddelerinde olmak üzere özel tüketimden gelmiş; ivmeyi sağlayacak asıl dinamik olan yatırımlarda ise düşüş, ilk çeyreğin yaklaşık iki katına çıkıp %23 olarak katmerlenmiş. Sektörlerdeki katma değer üretimi yönünden en kötü sonuç %13 azalma ile beklendiği gibi İnşaat’ta; imalat sanayii de yaklaşık %3 ile azalmaya devam ediyor. Geçen yılın son çeyreğiyle birlikte üç çeyrek süren resesyon, teknik olmaktan çıkıp günlük hayatın doğal bir parçası haline dönüşmüş durumda. Kişi başına gelir de ikinci çeyrek itibariyle 2007’deki düzeyin altına, dolar bazında 8.800$’a gerilemiş bulunuyor. 2023 hedefleri, turizm dışında, bütün büyüklüklerde ihtimal dışına çıktığı gibi, Hazine ve Maliye Bakanı’nın geçen sonbaharda açıkladığı YEP’te açıkladığı hedeflerin de uzağında kalındı. Ayrıca kriz sürdükçe hazine borçlanması da hem artıyor, hem de borçlanma kalitesi düşüyor. Geçen yıl net olarak dış borçlanma yapılmazken bu yıl Hazine’nin 17.5 milyar $ net borçlandığı, geçen yılın iki katını aşan 40 milyar $’lık iç borçlanmanın da geçen yıl tamamı TL cinsindenken bu yıl % 40’ının döviz cinsinden olduğu, %20 kadar olan değişken faizli borcun da toplam iç borcun %33’üne vardığı anlaşılıyor. Yani çok yüksek olan özel sektör borcuna ilave olarak, şimdiye kadar ikincil bir çıpa işlevi gören net kamu borcu’nun milli gelire oranında da tehlikeli bir artış eğilimi söz konusu. Bu ise bizi Arjantin’den ayıran önemli bir faktörün de ortadan kalkması anlamına gelecek.
Sorun sandığımızdan daha karmaşık
Aslında Türkiye ekonomisinde son 40 yıldır gözlediğimiz kısa vade zaafı, küresel planda da finans krizlerini tetikleyen bir sorun ve temelinde dünyadaki parasal büyüklüğün (likiditenin) reel mal ve hizmet üretiminin birkaç katına ulaşmış olması yatıyor. Kısa vadeli kurgulanan finansal getiriler, uzun vadeli reel üretim getirileriyle karşılanamayınca kriz doğuyor. Türkiye gibi dış kaynağa aşırı bağımlı ülkelerde ise sadece geri ödeme değil, kaynağın bulunması da sıkça değişen koşullara göre oynaklık gösterdiğinden sorun katlanarak büyüyor ve vade daha da kısalıyor.
Kısır döngüden kurtulmak, ülkenin spesifik koşullarına uygun özgün stratejiler geliştirilmesine, sözgelişi kredi politikalarının en fazla kamu yararı sağlayacak seçimlere ve önceliklere göre düzenlenmesine bağlı. Ne var ki özel kesimin güdüklüğü ve zaafları, düşünce kuruluşlarının ve akademik üretimin neredeyse yokluğu, politikacılara yol gösterecek bir ortak akıl üretilmesini önlüyor. Yani sorun sandığımızdan daha karmaşık ve derin...