Enflasyon, büyüme, IMF

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ debrovian@gmail.com

GLOKAL BAKIŞ / Gündüz Fındıkçıoğlu findikciog@tskb.com.tr Neredeyiz ve nereye gidiyoruz? Yaklaşık onüç ay önce DÜNYA'daki ilk yazımda "Hollanda(lı) hastalığı" adı verilen durumdan bahsetmiştim. Şöyle: "Max Corden uluslarası sermaye hareketlerinin serbest olmasının döviz kurunu verili bir parasal daralma için olması gerekenden daha fazla değerli hale getireceğini yazıyor. Kur bu durumda daha çabuk cevap verecektir ve 'aşırı değerli' konuma daha çabuk geçecektir çünkü sermaye hareketleri mal hareketlerinin çok ötesinde bir hızla gerçekleşiyor ve beklentileri de hızla etkiliyor. Kur olacağından da fazla değerleniyor ve değerlenme büyük bir hızla gerçekleşebiliyor. Hollanda hastalığı verili bir para politikası için beklenebileceğinden daha çabuk biçimde ve daha yüksek oranda bir cari açığa yol açabiliyor. Geçici sermaye girişleri bile kamu borçlanma kağıtlarına olan talebi artırıp faizlerin düşüşünü hızlandırabilir ve düşen faiz ortamında yatırım talebi artabilir. Kamu otoritesi, Corden'in döviz kuru koruması dediği politikayı uygulayıp, doğrudan müdahale yoluyla veya bütçe fazlası vererek kurun aşırı değerlenmesini önlemeye çalışabilir. Fakat sermaye girişi aşırı boyuttaysa bu önlemlere rağmen kur hâlâ aşırı değerli kalabilir. İhracat yapan sektörlerin bu yolla korunmaya çalışılması sonuç vermeyebilir. Merkez Bankası aşırı yüklü döviz rezervi taşırken ve değerlenen kurla buradan zarar yazarken, kur fazla değerli, cari açık çok yüksek kalabilir. Asıl soru ticarete konu olan malları üreten, ihracata yönelik sektörlerde verimlilik artışının kalıcı olup olmadığında düğümleniyor. 'Sıcak para' çıkarsa veya kıymetli maden akışı biterse bu sektörler daha iyi durumda mı olacak, daha kötü durumda mı?" Bilindiği gibi Derviş-IMF programı 2005 yılının ikinci yarısında sona erdi ve misyonunu yerine getirdi. O noktadan itibaren yenilenmiş bir programa ihtiyaç vardı ve reform atılımının da yeni bir soluk kazanması gerekiyordu. Tam tersi oldu. 2005 yılının ikinci yarısından itibaren liranın değer kazanmasından değil, "aşırı değerli" hale gelmesinden bahsedilebilir. Program en geç 2006 başında bittiği için hemen her konuda iki yıllık bir gecikme söz konusu. Durum şu: (i) Büyüme hızı belirgin biçimde düşüyor (ii) Enflasyon sadece düşmemekle kalmıyor, yüzde 8-9 aralığına yerleşmeye başlıyor. Beklentiler de bozuluyor ve doğru ya da yanlış, iki haneli enflasyondan bile bahsedilebiliyor. Arz yanlı şokların enflasyonu da etkilediği bir dünyada imkansız değil. (iii) Mevcut enflasyon beklentilerinde dahi mevcut faiz ancak yeterli olabiliyor. Aslında hemen her oyuncu faizlerde 1-2 puanlık bir yükseliş potansiyeli olduğunun farkında. Esasen FED bu kadar hızlı faiz indirmeseydi faizler bizde de daha yüksek olacaktı. (iv) Sepet bazında yıl başından bu yana TL'nin değer kaybı yüzde 19. Bu hiç de azımsanamaz ve değer kaybı yavaş yavaş, bir üst platoya atıp orada kararlılaşarak, kalıcı bir şekilde oluşmaya başlıyor. Enflasyonist etkisi mart verilerinde görülmedi değil ama devamı yavaş yavaş hissedilecektir. (v) Cari açık/GSYH oranının yeni büyüme serisiyle yüzde 6'ya gerilemesi artık önemli değil: gelinen noktada düşük büyüme hızına rağmen 45 milyar dolara ulaşması gayet muhtemel bir açıktan bahsediyoruz. Açığın yeterli finansmanının mümkün olmaması halinde daha da düşük büyüme ve yukarı eğimini sürdürecek bir kur söz konusu. Bu kötü olur çünkü çünkü kur yukarı, enflasyon yukarı, faiz yukarı ve büyüme aşağı demek. (vi) Bu günlerde ihtiyati stand-by gündeme geliyor. Kanımca 6-12 ay arası bir gecikme ve farklı bir bilişsel algılama söz konusu. İhtiyati stand-by ne demek? Kredi kullanmayacağım demek. Ama ihtiyaç olursa kredi kullanılabilecek. İhtiyaç olursa ve kullanılırsa dünyaya belirgin bir kötü sinyal verilmiş olunacak. Bu ortamda ihtiyatiliğin riski var. Peki riske karşı getirisi ne? Hiç, çünkü IMF programından ve gözetiminden henüz mezun olamadığınızı zaten kabul etmiş oluyorsunuz ve etmek de zorunlu. 2007 Mayıs ayında ihtiyati stand-by belki dünyaya "yavaş yavaş durumum düzeliyor, 2006 dalgalanmasının yaralarını da sarıyorum" demenin bir yolu olabilirdi. Ama şu anda daha çok "ben riskleri tam algılayamıyorum" demenin bir yöntemi gibi duruyor. Madem bu noktaya geldik ve stand-by bir zorunluluk, bunu net tutmak daha faydalı değil mi? Ortamda ciddi bir siyasi risk olduğunu ve yabancı yatırımcıların bu riski henüz tam olarak anlayıp, değerlendiremediklerini de hesaba katmak lazım. Yeni program, yeni önlemler vb. için zaten gecikildi; en azından mevcut stratejik duruştan uzaklaşmamak lazım ki reel sektör borcunu çevirebilsin, yılın ikinci yarısına yığılan 8.7 milyar dolarlık (2008 için toplamda 9.9 milyar dolar) sendikasyonlar ve maliyetleri belli olsun, özelleştirmelere talep devam etsin. Türkiye için arka arkaya üç kayıp yıl ve sonunda büyümenin potansiyel büyüme hızının yarısına gerilemesi ve bununla (da) beraber öne çıkmaya başlayan istihdam problemi zaten yeterince tatsız bir kurguya yol açıyor. Bu kadar yatırım ve bu kadar borçluluktan sonra kalıcı ve belirgin bir yavaşlama yeterince önemli bir sorundur.

Tüm yazılarını göster