Tam tersini ummuştuk ama yerel seçim sonrasında bütün gelişmeler ve bu arada ekonomik göstergeler, seçim öncesine oranla daha kötü bir seyir izliyor. İşsizlik ve enflasyon yükselirken tüketim ve yatırım azalıyor, kredi talebi ve arzı eşanlı olarak daralıyor. En kötüsü de TL’nın değerinin ciddi tehdit altına girmesi. Türkiye’nin borç servisi kapasitesi ve yapısal dönüşüm iradesi yönündeki kuşkulara siyasal istikrar ve seçimlerle ilgili tartışmalar, batı dünyası ile ilişkilerde gerginlikler eklenince küresel finansman kaynakları nezdindeki algısı da haliyle zayıflıyor. Seçim sonrasında yeni ve ayrıntılı programın, reform takviminin açıklanmaması, ayrıca ekonominin çıpası işlevini gören mali disiplinde ve sıkı para politikasında bozulma işaretlerinin artması bu olumsuz algıyı daha da pekiştirdi. Doğrusu daha Ağustos’taki kriz şokunun ardından para politikasının sıkılaştırılması ve gerçekçi bir yaklaşımla hazırlanan Yeni Ekonomik Program’ın (YEP) açıklanmasıyla filizlenen restorasyon umutları, beş ay gibi kısa bir sürede nasıl bu kadar ters yüz oldu, açıklaması zor. Ama yıllardır yazıp durduğumuz bir dizi sorunu ve bu sorunları çözmemekteki ısrarımızı yineleyip lafı uzatmaktansa durumu üç kelimeyle özetlemek doğru olacak: Seçim kaygısı yani siyaset, ekonomiyi unutturdu, daha çarpıcı bir anlatımla, yuttu.
Sıkı para çıpası da zedelendi
Bir önceki yazımızda Hazine ve Maliye Bakanı’nın açıkladığı yeni paket’in piyasaların beklentisini karşılamadığını ve sonbahar’da açıkladığı YEP’nın da gerisine düştüğünü, beklenen reform adımlarının içeriğinin ve takviminin belirsiz ifadelerle geleceğe bırakılmasıyla dalgalanmanın durulması için ihtiyaç duyulan güvenin sadece para otoritesinin sıkı para politikası konusundaki taahhüdüne çıpalandığını belirtmiştik. Aradan geçen zamanda ne yazık ki yeterli olacağı zaten tartışmalı bu son çıpa da ,bir yandan TCMB’nin net(ya da kullanılabilir) rezervlerinin düzeyi ile ilgili olarak yabancı basında çıkan haberlerin tetiklediği soru işaretleri, öte yandan PPK’nın son açıklamasında politika faizi sabit tutulmakla birlikte sıkı para politikası taahhüdünün yer almamasının yarattığı tedirginlik nedeniyle, zedelendi. Sonuç olarak yeniden yukarı yönelen döviz kuru’nun bundan sonra aşağı dönmesi, ancak para politikasında güçlü bir taahhüde ya da öne çekilecek radikal içerikli bir programa (hatta IMF gibi yeni bir çıpaya) bağlı görünüyor.
Aslında teknik olarak TCMB’nin net değil brüt rezervlerinin de ( bankaların zorunlu döviz cinsi karşılıkları dahil) kısa vadeli dış borçları ödemekte kullanılması mümkün. Gerçi brüt rezervler de aşağı yönlü bir eğilimde ve swaplar ile rezerv arttırma girişimleri de eleştirilere yol açıyor. Ama anlaşılan asıl sorun bu değil, Türkiye’nin politikalarının saydamlığı konusundaki algı ile ilgili. Özellikle program belirlemekteki isteksizlik ile birlikte değerlendirilerek TCMB’nin de muhasebe kayıtları ve bilanço açıklamalarında saydam olmayabileceği kuşkuları doğmuş olabilir. Buna bir de sıkı para politikası taahhüdünde belirsizlik eklenince güven duygusunun zayıflaması doğal. TL değeri ile ile ilgili belirsizliğin ise hem portföy girişleri, hem de doğrudan yatırımcılar için temel karar faktörlerinden biri olduğu sır değil.
Bütçe açığı ve kaldıraçta artış
Üstelik yakın geçmişe kadar en önemli çıpa durumundaki bütçe disiplininin de bir yandan ekonomide yavaşlama, diğer yandan seçim kaygısıyla oluşan gevşeme dolayısıyla giderek elden kaçtığı görünümü oluşmuş durumda. Yılın ilk üç ayında ortaya çıkan 37 milyar TL’nı aşkın bütçe açığı, geçen yılın aynı dönemine oranla % 58 oranında artmış durumda. Açığın nedeni de % 36 artışla 250 milyar TL’na ulaşan bütçe giderlerine karşılık vergi gelirlerinin ancak yaklaşık % 6 artarak 154 milyar TL düzeyinde kalması. Kaldı ki TCMB ve kamu bankalarından 38 milyar TL’nin üstünde erken kar transferi olmasaydı açık o ölçüde artarak rekor bir düzeye ulaşacaktı.
Vergi gelirlerindeki yetersizlik, sadece KDV ve içki, sigara dışındaki bütün ürünlerdeki ÖTV’nin değil Gelir Vergisi’nin de geçen yılın aynı döneminden düşük olmasından kaynaklandı. Ekonomideki yavaşlama nedeniyle kamu yönetimi bunu telafiye ve reel sektörü canlandırmaya odaklanmışken, yılın geri kalanında yeniden mali disipline dönüşün nasıl olabileceği de kocaman bir soru işareti.
İşin kötü yanı ekonominin bütün kesimleriyle bir borç sarmalının içine girmiş olması. Koşullar ne kadar değişirse değişsin, seçtiğimiz büyüme modeli ve başta üretim yapısı olmak üzere zayıflattığımız iç dinamikler dolayısıyla, sürekli borçlanmak zorundayız. Üstelik kendi kontrol alanımızda da ardı ardına hata yaparak güven algısını bozuyor ve zaten artan borçlanma maliyetlerinin daha da artmasına yol açıyoruz. Sonunda temel kaygımız olan büyüme de istediğimiz gibi kalıcı olmuyor. Kaldıraç büyürken ekonomi daralıyor. Tez elden önceliklerimizi gözden geçirip yeni bir yol haritası çizmek durumundayız. Yoksa çok geç olacak!..