Dünyada şirketlerin kafası karışık

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Her sene bu zamanlarda ekonomi basınının manşet konuları arasına giren Davos'taki Dünya Ekonomi Forumu toplantıları, bu yıl Türkiye'nin de taraf olduğu sıcak Gazze tartışmalarının simgelediği siyasi içeriği ile öne çıktı. Politika ve iş dünyasından liderler ile akademisyen ve entelektüelleri bir araya getiren bu başarılı platformda ana tema ise küresel kriz ve ondan alınan dersler ile muhtemel süresi ve etkileri.

Toplantının 2003 yılından beri sürekli unsurlarından biri haline gelen, aslında PricewaterhouseCoopers'ın 12 yıldan beri yaptığı Küresel CEO Araştırması'nın içeriği de, bu konu ile ilgili olarak dünyanın her tarafından lider şirketlerin tepe yöneticilerinin beklentilerini, korkularını ve planlarını ortaya koyması bakımından merakla ve dikkatle izleniyor. Genel sonuçları geçen hafta basında yaygın bir şekilde yer alan bu araştırmanın bazı başlıklarının biraz daha yakından mercek altına alınmasında bizim ekonomimiz ve yöneticilerimiz açısından da yarar olacağına inanıyorum.

Temkinli yaklaşım ve kaygılar

Esas itibariyle kısa vadeli kaygılar yani ayakta kalma stratejileri ile uzun dönemli perspektif yani sürdürülebilir büyüme planları arasındaki hassas dengeyi koruyabilmek iş dünyasının odaklandığı temel ikilem. Öte yandan, uzunca bir zamandır süren bolluk döneminin alışkanlığıyla, iki yıldan beri biriken negatif enerjiye rağmen ancak geçen eylül ayından beri küresel sistemdeki sarsıntının farkına varılması, daha geçen yıl oldukça iyimser ve büyüme konusunda agresif görünen şirketleri birdenbire aşırı temkinli bir yaklaşıma sürüklemiş.

Özellikle krizin merkez ülkelerinde yani ABD ve Avrupa'da doruğa çıkan ve sadece yüzde 15 oranında şirketin gelecek yıl büyüme beklemesine yol açan bu tedirginlik, bizimde içinde olduğumuz orta ve Doğu Avrupa'da ve Latin Amerika'da yüzde 21'e, Uzakdoğu Asya'da ise yüzde 31'e ancak çıkabiliyor. Oysa geçtiğimiz iki yılda Uzakdoğu şirketlerinin yüzde 70'inden, dünya çapındaki şirketlerin de yüzde 50'sinden fazlası büyüme konusunda büyük özgüven içindeydi.

Üzerinde hemen her gün yazılıp çizilen ekonomik durgunluk, finansman maliyetleri, küçülen sermaye piyasaları, enerji güvenliği gibi sorunları bir yana bırakarak bugün "mevzuat paradoksu" ve "yetenekli işgücü ihtiyacı" gibi nispeten arka plana itilmiş görünen iki temel konudaki belirsizlikler ve risklere dikkat çekmek istiyorum.

Mevzuat paradoksu

Genel olarak devletin mümkün olduğu kadar az müdahale etmesinin, ekonomik büyüme ve toplumsal refah için en doğrusu olduğunu ve piyasa ekonomisinin işleyişinin bozulmaması gerektiğini savunan iş dünyasında, son krizin küresel finans sisteminde yarattığı çöküntünün zorunlu olarak gündeme getirdiği kurtarma paketleri ve millileştirmeler ile zihinler karıştı. Aslında piyasa ekonomisinin doğasında bulunan "devlet ile işbirliği" ihtiyacı, krizin doğurduğu yanılsama ile ticaret ve yatırımın her yönüyle ayrıntılı kurallara tabi olması gerekip gerekmediği yolunda bir tereddüt yarattı.

Oysa piyasaların düzgün ve herkes için eşit koşullarla işlemesi, yani oyunun adil kurallarının belirlenmesi tabii ki öncelikle devletin görevi. Son krizin patlak vermesinde aksaklık bu noktada değil, aksine devletin tarafsız konumundan uzaklaşarak ödeme yeteneği olmayan kişilere kredi verilmesini ölçüsüz bir şekilde özendirmesinde ortaya çıktı. Bu açıdan şimdi Batı'da devletlerin devasa paketlerle sistemi kurtarmaya çalışmaları, biraz da kendi kusurlarını onarma çabaları olarak görülmeli. Hasarın büyüklüğü de, sorunun görmezden gelinmesine ya da geç fark edilmesine yol açan risk yönetim ve gözetim sistemlerindeki zaaftan kaynaklanmıştı.

Bu durumun gerçekte ihtiyaç bulunmayan alanlarda da gereksiz devlet müdahalesine ve aşırı mevzuat kalabalığına yol açması ihtimali, şirketleri haklı olarak kaygılandırıyor. Bir yandan devletin makroekonomik riskler ve kriz potansiyelleri konusunda uyanık olmasını istiyorlar, ama diğer taraftan yatırım ve büyüme hevesini kıracak caydırıcı ve karmaşık düzenlemelerin çoğalmasından korkuyorlar.

Önceki yazımızda da sözünü ettiğimiz "Caveat Emptor" ilkesinin, yani ticari hayatın işleyişinde sadece satıcının değil alıcının da sorumluluğunun esas alınması ve koruma için geliştirilecek aşırı mevzuatın sisteme getireceği maliyetin engellenmesi gereği de bu konuyla yakından ilgili. Aslında büyüme ve refah, halkın ve seçmenin temsilcisi olan hükümetlerin de nihai isteği olduğuna göre piyasalar ve hükümet arasında bir zıtlaşma değil işbirliğinin söz konusu olması, mevzuatın da tümüyle oyunun kurallarına ve sapmaların yaptırıma bağlanmasına odaklanması en doğrusu.

Yetenek ihtiyacı

Krizin ortaya çıkardığı ve araştırmanın bulguları arasında da yer alan bir başka paradoks, nitelikli işgücü ile ilgili. Kısa vadede şirketler ayakta kalmayı amaçladığı için işletme maliyetlerinin azaltılması, dolayısıyla istihdam kapasitesi üzerinde baskılar gündeme geliyor. Öte yandan işletmelerin uzun vadeli hayatiyeti ve büyümesi açısından en önemli faktör, nitelikli iş gücü ve kilit yeteneklerin istihdamı ve elde tutulması. Dolayısıyla aslında burada da bir çelişki söz konusu değil; eldeki insan kaynaklarının en verimli bir şekilde kullanılması, varsa verimsizliklerin ortadan kaldırılması, şirketin büyümesi ve geleceği bakımından rekabet gücüne en fazla katkı yapacak kilit yeteneklerin elde tutulması kriz koşullarında daha da fazla önem kazanıyor. Nitekim bu krizde şirketler, önceki krizlere oranla, işten çıkarma konusunda daha isteksiz olduklarını ifade ediyorlar.

İşgücü niteliğinin yükseltilmesi ve iş hayatında ihtiyaç duyulan becerilere sahip insan kaynağının yetiştirilmesi konusunda da, ülkeden ülkeye değişse de, şirketlerin devletten beklentilerinin karşılanmadığı anlaşılıyor. Ekonominin geleceğinin daha güvenli temellere oturması için devlet ile şirketler arasında bu alanda da bir işbirliği ihtiyacı giderek yoğunlaşacak…

Tüm yazılarını göster