Dedeağaç'ta, fenerin ışığında

Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com

Bildirir yanınca, ömrün neresindesiniz, aşkın neresindesiniz? Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Deniz Feneri isimli şiirinden hatırlıyorum bu sözcükleri. Ne zaman bir feneri seyretsem, ki ateşböceği gibi gözlerimi alamam saatlerce ondan, Dağlarca'nın o muhteşem şiiri belleğimden önüme düşer. "Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl / Hep bu benekte bu deniz feneri." Ve tabii ki şu dörtlük:

"Saçlarında tuz kokan, ölü kokan bir serinlik,

Yüzünde bir fırtına tadı.

Durursun yorgun, umutsuz,

Birden bir daha yanıp söner, sevinçle titrersin,

Bir şey, belki de yaşaman uzadı."

Ben de sevinçle titreyerek seyrediyorum Dedeağaç'ta (Alexandroupolis) 128 yaşındaki feneri. Otelin balkonunda, onun ışık üreten cam köşküyle hemen hemen aynı hizadayım. Işık, yüzümü yalayıp geçtiğinde, işte yaşıyorum, diyorum yorgun, umutsuz hayatımda birkaç saniye daha.

Sevgili dostlarım Deniz Kavukçuoğlu ve Erdem Özel ile geldik Ege Denizi kıyısında, İpsala sınır kapısına 40 kilometre uzaklıktaki bu küçük kente. Evden çıkınca, üç saat sonra, sahile dizilmiş onlarca lokantadan birinde deniz mahsullerini atıştırırken buluyorsunuz kendinizi. Tabii Şengen vizesi; araçla gidiyorsunuz uluslararası ehliyet, triptik kâğıdı, sigorta gibi evraklar gerekiyor. Vize dışındakileri, sınır kapısındaki Turing bürosunda 10-15 dakika içinde hazırlatabiliyorsunuz 400 lira civarında bir ödeme karşılığı.

Yok otomobil kullanmak istemiyorum, diyorsanız sizi evinizden alan taksiler çalışıyor Dedeağaç ile İstanbul arasında. Ücret, kişi başı 50 Euro. Dört kişiyseniz sorun yok; daha azsanız, tanımadığınız kişilerle yolculuk etmek durumunda kalabilirsiniz. Tabii otobüsle gitmek de mümkün.

Biz, Erdem'in aracıyla geçtik sınırı. Yunanistan tarafında gümrükçülerin grevi olduğundan, uzun TIR kuyrukları vardı, ama otomobillere hizmet sürdürülüyordu. Çok kısa bir süre içinde pasaport ve gümrük işlemlerimizi tamamlayarak yarım saat sonra, Erika'nın kordon boyundaki oteline ulaştık.

Sonra da birer ateşböceği gibi yönümüzü hemen fenere dönüp onun yakınındaki bir lokantaya yerleştik. Bu arada, cep telefonlarımızın hat arama işlemini "manuel"e alıp Turkcell'i seçtik. Vodafone hattınız varsa, onu da Türkiye'deki şebekeye ayarlamak mümkündü. Böylelikle, yurtdışında ödenen servet telefon ücretlerinden kurtulunuyordu burada.

Ve yemekler, içecekler muhteşem lezzetli, üstüne bir de çok ucuz. Ne kadar yiyip ne kadar içerseniz için, kişi başı 20-25 Euro'dan fazla hesap gelmiyor. Standart fatura, 15 Euro civarında.

Dedeağaç'ın geçmişi İ. Ö. 7. yüzyıla kadar gidiyor. Traklar, Aleksandroupolis'in karşısında bulunan Somathraki (Semadirek) Adası'nda ilk büyük kenti inşa etmişler. Daha sonra da tekrar anakaraya dönüp Batı Trakya'da yerleşim alanları kurmuşlar. Bunlardan birisi de Dedeağaç.

Akşam yemeği, 21.00'den sonra (İstanbul'la saat farkı yok) yendiği için, deniz mahsullü öğünümüzün ardından Deniz ile Erdem otele dinlenmeye gidiyorlar. Bense Dedeağaç'ın tarihi ve deniz feneriyle başbaşa kalmayı tercih ediyorum. Ufuk çizgisini, geçen tekneleri, biraz ötedeki lunaparkın dönmedolabını seyrediyorum.

Değişen ışıkların yarattığı yeni renklerden, güneşin devrildiğini, akşamın çökmeye başladığını fark ederek hayallerden sıyrılıyorum. Otele dönüp fenerle balkondan göz göze gelmenin zamanıdır, diyerek kordon boyunda kısa bir yürüyüşün ardından yeni mekânıma yerleşiyorum.

Kimbilir nelere tanıklık etmiş bu fenerin ışığında, bir de dolunayın eşliğinde 21.00'e kadar hayal dünyamdan çıkmayacağım.

Sonra gerçeğe, Dedeağaç'ın gecesine karışacağız. Denize bakan teraslardaki kafeteryalarda oturup sohbet edecek, piyasa yapanları seyredeceğiz. Yabancı turisti hemen hiç olmayan, pek az yerli turist çeken bu kendi hâlindeki kentin, hemen hepsi birkaç sözcük olsun Türkçe bilen insanlarıyla muhabbete dalacağız.

Ertesi gün, üzerinde zeytinleriyle bir bonzai alacağım. Eğer yerini severse, benden çok, ama çok daha uzun yaşayacak, tıpkı papağanım Shakespeare gibi. Onlara sahip çıkacak birileri var mı, olacak mı hayatımda?

Tüm yazılarını göster