Büyüme modelinin sorgulanması

Serhat GÜRLEYEN GENİŞ AÇI sgurleyen@isyatirim.com.tr

Son dönemde küresel risk iştahındaki artış ve ekonominin genel dengelerindeki iyileşmeye paralel diğer gelişmekte olan ülkelere paralel Türk lirası da değer kazandı. Avrupa ekonomisinin durgunluktan çıkmakta zorlandığı ve avronun değer kaybettiği bir ortamda Türk lirasının sınırlı da olsa değer kazanması ihracatçıları rahatsız etmeye başladı.

İhracat temsilcileri Türk lirasının değer kazanmasına karşı Merkez Bankası'nın daha aktif bir politika izlemesi gerektiğini dile getirmeye başladı. Brezilya tarafından konulan Tobin vergisi, Güney Kore'nin yaptığı gibi türev işlemlerine sınır getirilmesi, Endonezya gibi kısa vadeli sermaye girişlerine sınırlama getirilmesi gibi öneriler piyasada dolaşmaya başladı.

Sanayicilerin döviz kurunun değeri ile ilgili hassasiyetini anlıyoruz. Türk lirasının yabancı paralar karşısında değerli olduğu hepimizin malumu. Ancak içinde bulunduğumuz durumu Merkez Bankası'nın kurlara müdahalesiyle çözmek mümkün değil.

Sorun Türkiye'nin ihracata dayalı bir büyüme stratejisi olmamasından kaynaklanıyor. Türkiye ekonomisi iç talebe ve dış kaynağa dayalı bir büyüme modeline sahip. Genç ve tüketmek isteyen bir nüfus, dünyaya göre çok aşağıda borçluluk oranları, tarihi olarak düşük faizler, güçlü kamu borç dinamikleri, sağlam bir bankacılık sektörü ve yurtdışından kaynak kullanımına imkan veren güçlü bilançolar iç talebin hızlı büyümesi için elverişli bir ortam sunuyor.

İhracata dayalı büyümeye imkan verecek küresel boyutta güçlü bir imalat sanayimiz veya hizmet sektörümüz yok. Az sayıda sektörde yoğunlaşan ve bölgesel olarak rekabetçi bir imalat sanayimiz var. Son yıllardaki hızlı büyümesine rağmen ihracatın milli gelire oranı 2009 sonu itibariyle %16,5 (2008 %17,8) düzeyinde. Dünya ihracatından aldığımız pay halen %0,8 gibi düşük bir düzeyde.

Dış ticarette korumacı tedbirleri kullanmamamız çoğu Türk şirketinin küresel rekabete uyum sağlayabilmek için üretim aşamasında kullandığı ara girdileri dışarıdan almasına neden oluyor. Yatırım malı, ara malı ve hammadde ithalatının yüksek olması ithalatın milli gelire oranının ihracata göre çok daha yukarıda (2008 %27 - 2009 %23) olmasına neden oluyor. Türkiye'nin dünya ithalatından aldığı pay yaklaşık %1,2 seviyesinde bulunuyor.

Dolayısıyla dış ticaretin milli gelirin büyümesine doğrudan katkısı negatif oluyor. Buna karşı otomotiv, beyaz eşya, televizyon, demir çelik, tekstil gibi sektörlerde ihracat belirli bir ölçek ekonomisine ulaşılması yoluyla karlılığın ve istihdamın artmasına önemli katkı sağlıyor.

Dolayısıyla, küresel büyümenin yüksek ve dış finansman imkanlarının bol olduğu yıllarda Türkiye ekonomisi iç talep artışıyla hızlı büyüyor. Ancak bu hızlı büyüme dönemleri cari açığın ve dış borçların aşırı artmasına yol açıyor.

Küresel büyümenin gerilediği ve dış finansman imkanının azaldığı dönemlerde ise bu süreç tersine dönüyor. İhracatın azalması ve dış finansman imkanlarının daralmasıyla işsizlik artıyor, iç talep geriliyor ve ekonomik büyümede sert bir yavaşlama görülüyor. 

İhracatçı şirketlerin genelde büyümeye duyarlı sektörlerde olması dışsal şokların ekonomi üzerindeki etkisini daha da artırıyor. Kamu borç dinamiklerinin kontrol altına alınması ve bankacılık sektörünün güçlü olması, hane halkının borcunun düşük olması dışsal şokun etkisini kısmen azaltıyor, ama tamamen ortadan kaldıramıyor.

Söz konusu yapılanma son 30 yılda yapılan politika tercihlerinin sonucu olarak oluştu. İhracata dayalı bir büyüme modelinin seçilmemesi, dış ticarette korumacı tedbirlerin rakiplerimize göre daha çabuk kaldırılması ve sermaye hareketlerinde mutlak serbestleşmenin benimsenmesi sonucu bugünkü konumumuza geldik. Kurun reel olarak değer kazanması da ihracat yerine ithalatı özendirerek bu sürece katkıda bulundu.

Bize ayrılan yerin sonuna geldiğimiz için haftaya devam edeceğiz.

Tüm yazılarını göster