Hep şaşırdığım bir şey var: Büyümenin, refahın, istihdamın uzun yıllar boyunca uygulanan model dolayısıyla dış kaynağa bu kadar bağlı olduğu bir toplumda aynı ölçüde yaygın ve derin bir “dış düşman “ ya da “yabancı düşmanlığı” sendromu olması. İlginç olan da, kırk yılı aşkın bir süredir alternatif bir model üretmeyen, hatta önermeyen iktidarı ve muhalefetiyle yönetici elitlerin oy kazanmak için bu sendromu körüklemesi. İlginç, çünkü bu sendromun mantıksal sonucu olan içe kapanma, modelde bir değişiklik arzusu ve bu yönde sistematik bir çaba ortada olmadığına göre, yoksullaşma ve istihdam kaybı anlamına geliyor. Bu ise ne toplumun arzuladığı, ne de yöneticilerin söylemlerinde yer alan bir şey değil. Zaten uygulanan ekonomik politikalar da, söylemin aksine, hep daha fazla dış kaynak çekme amacına yönelik. Söylem ve hissiyat arasındaki bu farkın sonucu da doğal olarak pek hayırlı olmuyor; dış kaynak bulunması zorlaşıyor ve maliyeti büyüyor. Böylece artan kırılganlık, kısa vadeli kaynak girişini ve sıcak parayı caydırınca ekonomi sık sık kriz eşiğine geliyor, döviz fiyatlarında ve faizlerde başlayan tahterevalli piyasalarda güveni ve yatırım hevesini azaltıyor. Üstelik sık sık tekrarlanan bu kısır döngü, ne temel politikalarda, ne de yönetici elitin söyleminde bir farklılaşmaya yol açmıyor; aynı minvalde yuvarlanıp duruyoruz. Ünlü bir yazarımızın söylediği gibi “biz bize benzeriz” demek de pek işe yaramıyor; çünkü aslında hiçbirimiz bu durumdan memnun değiliz.
Hem içeride hem dışarıda güven aşındı
Ayrıca dünya ekonomisinin durumu da, önümüzdeki dönemde, her zaman umut bağladığımız risk iştahını besleyecek gibi görünmüyor. Küresel düzeydeki korumacılık eğilimleri ve ticaret savaşları bir yandan, ihracat pazarımızın yarısını oluşturan AB’ deki büyüme beklentisinin %50 düşmesi diğer yandan hem bizim düşük de olsa pozitif büyüme beklentilerimizi, hem de TL’de kalıcı değer kazanma sürecini tehlikeye sokuyor. Nitekim Ocak ayında FED’in güvercin açıklamasıyla artan sıcak para girişinin Türkiye varlıklarında ve TL değerinde yarattığı olumlu etki Şubat ayında ters yöndeki gelişmelerle hızını kaybedince, dış konjonktür fırsatlarına çok da bel bağlanamayacağı ortaya çıktı. Kaldı ki kısa süreli sıcak para girişlerine fazla kapılarak politikaları gevşetmenin enflasyonu ve borç stoğunu azaltma amaçları yönünden ciddi tehlikeleri var. Şurası muhakkak ki kurlarda da oynaklıktan çok, düşük volatilite ile güveni arttırmanın amaçlanması daha isabetli olacak. Geçen yazıda da belirtmiştik, sadece para politikasında değil maliye politikasında da hareket marjımız dar. Hele kamunun döviz borçlanması arttıkça bu durum daha da hassaslaşacak.
Nitekim kamu yönetimini oldukça rahatlattığı ve bu nedenle krizden çıkış için köklü tedbirlerden kaçınma eğilimini arttırdığı gözlenen cari açıktaki düşüşün biraz incelendiğinde hiç de olumlu bir görünüm arz etmediği açık. Çünkü bu düşüş, döviz girişlerindeki ve dış ticaret dengesindeki bir düzelmeden değil, büyüme ve üretimdeki yavaşlamadan kaynaklanıyor. 2019 için de uzmanların çoğu bir küçülme ihtimalinden söz ediyor; İMF’nin son raporu ise Türkiye için büyük bir daralma beklentisini içeriyor. Zaten cari açığın nasıl finanse edildiğine bakınca 2017’ye oranla ne kadar büyük farklılık olduğu belli. Doğrudan yatırımlar aynı düzeylerde kalırken portföy girişleri 26.6 milyardan 7.3 milyar dolara düşmüş, net dış krediler negatif bakiye vermiş yani kredi ödemeleri yeni kredileri aşmış durumda. Ayrıca portföy, mevduat ve kredi şeklinde dışarı çıkan yerli sermaye üç kata yakın artarak 15.3 milyar dolar olmuş. Bütün bunlar hem yabancı hem yerli yatırımcının güveninde büyük aşınma olduğunu gösteriyor. Özellikle reel sektörde döviz borcunu kapatma eğilimi döviz talebini arttırarak 2019’da da kurlar üzerinde baskı yaratmaya aday. Aynı trend bankalar için de sürecek ve kredi hacmini kısıtlayacak gibi. Geçtiğimiz üç ayda faizlerin düşmekte olmasına karşın kredi hacminin de azalmaya devam etmesi de buna işaret. Sonuç olarak bir önceki yıla oranla 20 milyar dolar gerilemesine rağmen yaklaşık 28 milyar dolarlık cari açık, 2017’ de 0.6 milyar iken yüzde 3000’den fazla artarak 21 milyar dolara çıkan net hata noksan yani kaynağı belirsiz bir giriş ve döviz rezervlerinde 10 milyar doların üzerinde erime sayesinde finanse edilebilmiş. Yeni yılda da benzer bir tablonun oluşması halinde döviz kurları ve faizlerdeki volatilitenin, durgunluğun ve kırılganlıkların devam edeceği ortada.
En az sakıncalı çıkış
Kısaca yatırımcı güvenini arttırmadan makroekonomik istikrarın sağlanması pek mümkün görünmüyor. Uluslararası gözlemci kuruluşlar, bankacılık sistemindeki risklerin resmi rakamların en az iki katı düzeyinde olduğu kanısında. Reel sektörden gelen bu riskleri karşılayacak düzeyde bir kaynak enjeksiyonu, içeride oluşturulmaya çalışılsa da bunun topluma maliyeti çok yüksek olur. Dış borçlanma ise hem kıt ve pahalı, hem de kırılganlığı daha da arttırır; ayrıca her iki ihtimalde de Türkiye’nin kredi notunu artıracak düzeyde bir güven artışı sağlanması imkansızdır.
Bu açıdan içeride dövize talebin de azalacağını söylemek güç. Hem bankalar, hem de reel kesim döviz borçlarını düşürme eğiliminde olacaktır. IMF ile bir anlaşma yapılarak kısa sürede dengelerin sağlanması en rasyonel, en az sakıncalı alternatif gibi görünüyor.