Bir ödülden yola çıkarak...

Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com


Antica Locanda, Bloom, Backyard, Babylon Lounge, Tarihi Karaköy Balıkçısı, Cookshop, Kosinitza, L'Era Fresco, Que Tal, Beyrouth Cafe & Club... Bir derginin her yıl verdiği "Yeme İçme Ödülleri"ni, halkın oylarıyla bu sene için kucaklayan mekânlar bunlar. Aralarına Tarihi Karaköy Balıkçısı da girmiş… Ondan yola çıkarak hangi ülkede veya kentte bulunduklarına dair bir fikir yürütebiliriz. İki olasılık var: Birincisi, Tarihi Karaköy Balıkçısı yurtdışında bir şube açmış ve en beğenilenler arasına girmeyi başarmış, ki bu harika! İkincisi ve daha düşük olan olasılık ise bu mekânlar Türkiye'de, hattâ kadim şehir İstanbul'da…
Sizler bu isimleri biliyor musunuz? Bir tahmininiz var mı?
Neyse, lafı çok uzatmadan söyleyeyim, ödüller İstanbul'a ilişkin... İstanbul'un mekânlarına verilen "Yeme İçme Ödülleri."
Bu ödüllerin gerekliliğinden, seçilme yönteminden, mekânların kalitelerinden yani en iyi restoran, en iyi yazlık mekân, eni iyi bar, en iyi tasarlanmış mekân, en iyi kafe, en iyi semt restoranı, en iyi dondurmacı, en iyi gece kulübü gibi sıfatları hak ettiklerinden yana en küçük bir kuşkum yok. Dünyadaki benzerleriyle yarıştıklarını, hattâ onlardan daha iyi olduklarını iddia etseler, o da olabilir, böyle bir tartışmaya hiç girmem...
Beni düşündüren, tartışmamız gereken İstanbul gibi binlerce yıllık bir kentte, kendi tarihimizden isimlerle, kendi lezzetlerimizle niye ortaya çıkamadığımız. Biliyorsunuz Marmaray metro projelerindeki çalışmalar sırasında yapılan arkeolojik kazılarda Yenikapı'da günışığına çıkarılan Theodosius limanı ve kalıntılar Neolitik yerleşme; Sirkeci ve Üsküdar kazılarında tespit edilen Osmanlı ve Bizans dönemine ait buluntular kent tarihi açısından olduğu kadar, dünya kültür tarihi açısından da önemli sonuçlar vermişti.
Özellikle içinde yaşadığımız şehrin 8 bin 500 yıllık süreç içinde geçirdiği kültürel, sanatsal ve jeolojik değişimi, gemi teknolojisi, kent arkeolojisi, jeo-arkeoloji, osteo-arkeoloji, arkeo-botanik, sanat tarihi, deniz ticareti, filoloji ve dendrokronoloji konularında önemli belgeler sunulmuştu bu bulgular ışığında...
Bakın biz, işte böyle bir kentte bulunuyoruz, şöyle bir kültürün mirasçısıyız demişlerdi... Bu şehirde yaşayanlar, bu nedenle haklı olarak binlerce yıllık geçmişlerindeki isimler arasından bazılarını gururla seçebilirlerdi mekânlarının adları olarak, ama kültürü ile, dil ailesi ile bizden çok farklı ülkelerden isimler koymak!? Niçindi? O çok zengin Anadolu mutfağından, İstanbul lezzetlerinden bihaber gibi başka yemekler pişirmek, sunmak niyeydi ki? Ve bu mekânların, yerel lezzetlerimizi üretenlerin önüne geçmesi nasıl olabiliyordu? Belki de ülkemize has yemekleri sundukları için yerel, ama işletme olarak batılı zihniyette mekânların çok az olmasının bir sonucuydu bu... Yurtdışında bizim mezelerimizi, yemeklerimizi hakkını vererek pişiren kaç lokanta vardı? Ülkemizde olanlar ise – benim çok sevdiğim – esnaf lokantalarının ötesine geçebiliyorlar mıydı?
İşte böyle bir ortamda, en iyileri sayarken ulaştığımız listenin - doğal olarak -söylemesi bile zor isimlerden oluşması kaçınılmaz bir sonuç muydu?
Ben, bütün haklı gerekçeleri bilmeme rağmen, "hayır" diyorum. Bu toprakların kültürüne ait olanların ön plana geçmesinin zamanı geldi, diye düşünüyorum. Yüzlerce yıllık yemek reçetelerimizi iyi muhafaza edip onları özgün halleriyle, ama batı'daki benzerleriyle yarışacak hizmet ve kalitede sunacak mekânları yaratmayı, olanları desteklemeyi savunuyorum.
Yurtdışından gelen turistler, bu mekânları bizden çok daha iyi biliyor, guide'larından bir gün önce de orada yemek yemiş gibi bulup gidiyorlar.
Şimdi sıra bizde... Bu toprakların kültürünü muhafaza etme, sunma, tatma çabasına haydi biz de kalkışalım... Yarın vakit çok geç olmasın...

Tüm yazılarını göster