Bir kış masalı

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ debrovian@gmail.com

Değer yargılarından bağımsız olarak bakıp dönemlere ayırmayı denersek, beğenelim beğenmeyelim Kemalizmin baharının sonunu entelektüel planda -hala Kemalizmin neredeyse içinde kalarak, Kemalizmin içinden eleştiri ve yorum getirerek- ilan eden çalışma 1939 tarihli Peyami Safa'nın Türk İnkilabına Bakışlar'ıdır. 1940'larda Kemalizmin yeşerdiği dünya çözülürken sonbahar çoktan gelmişti. Peyami Safa, örneğin Necip Fazıl'la kıyaslanınca, şaşırtıcı derecede modern ve rasyonalist görünür. Avrupa medeniyetinin kökenine ilişkin vurgusu, bu medeniyet "Yunan kaynakları-Roma hukuku-Hıristiyanlığın kurumlarının bir karışımıdır" saptaması Jacques Santer veya Jacques Delors'un vurgularından farklı değildir. Sadece, Peyami Safa Türk milletini (Avrupa'lı sayılamayacak kadar) "fazla müslüman" değil, "az müslüman" bulur. 

1950 sonrası Anglo-Amerikan -kısmen İsrail kökenli- akademik yazınında gördüğümüz tezler, elbette Türkiye bacağı da var, 1980'lerin provası niteliğinde sayılabilir. Ana hatlarıyla bu tezler Kemalizmin "tutmadığı", toplumsal gelişmenin organik ve yavaş evrim sürecine bırakılmış olması gerektiği, topluma müdahale etmenin fayda sağlamadığı şeklindeydi. Sovyetler Birliği'nin prestijinin dorukta olduğu, Nazi Almanya'sını yenen Kızıl Ordu'nun Avrupa'nın yarısını Nazilerden temizlediği bir dünyada erken post-modern tezlerin, en azından Kıta Avrupa'sında, kabul görmesi imkansıza yakındı. Bu yüzden 1950'lerin Kemalizme teyel atma provası, akademik planda, özellikle bir Anglo-Amerikan icadıydı: Kıta Avrupası'nın işi değildi.

"Erken post-modernizm" adım adım ilerlerken 1960 bu gidişatı geciktirdi ve tarihte 20 yıllık uzun bir parantez açtı. Bu parantezde solun güçlenmesi hem dünyanın 1960'lardaki haline paraleldi, hem de 27 Mayıs'ın niyet edilmeyen bir yan ürünüydü. Bu yan ürünün cazibesi 1960'ın işlevselci yorumlarına çanak tutmuştu. Sanki 27 Mayıs sola yer açmak için yapılmıştı; sanki mantıksal sonucuna kadar götürülse sosyalizme kadar varacağı iddia edilen "Aşkın Kemalizmin" önündeki setleri yıkacak gençlik ve işçi destekli dinamik 27 Mayıs'ı potansiyel olarak olabileceği yere, amacına ulaştıracaktı. Bu görüşler 9 Mart 1971'de duvara çarptı. Dönem aynı zamanda Türk burjuvazisinin gerçek gelişme dönemiydi ve bir süre için Türkiye Avrupa'nın geri kalanının uzağında bir ülke değilmiş gibi -Hegel'in deyimiyle "tarihsel bir ulus" gibi- göründü. Burjuvazi yükseliyor ve aynı zamanda işçi sınıfı oluşuyor, sendikal örgütlenme yaygınlaşıyor ve sol etkili bir ideolojik odak haline geliyordu. Sandıkta önemli bir güç olamamasına rağmen toplumsal tahayyülün en güçlü belirleyicisi haline gelen sosyalist solun eşitsiz gelişmesi 1980 sonrasında "bir daha asla" kararına yol açtı. 1980'ler 1950'leri kaldığı yerden devralırken, 20 yıllık parantezin üst belirlemesine uğramış bir muhafazakarlığı devraldığı gözden kaçmamalıdır. Yani 1981 artık 1959'a tam bir geri dönüşe sahne olamazdı; bırakılan yerden aynen devam edilemezdi. 1980'ler bu nedenle de önemlidir: İdeoloji tarihi veya entelektüel tarih açısından bakınca "1980'lerde Ankara, 1920'lerde Berlin" -ve Roma- cazip bir mukayeseli siyasal ideolojiler araştırması teması sağlamaya aday görünüyor.

2007 yazı biterken cumhuriyetçi elitin ideolojisizleşmiş halinin bile çözülmekte olduğu aşikar hale gelmişti. Değişen güç dengelerinin ülkeyi nereye götürdüğü görülüyor veya hissediliyordu. Ancak adlandırma, niteleme, netleştirme ve kavramsallaştırma işlemleri sürekli erteleniyordu. Bugün itibariyle 2011 seçimleri sonrası dönüşüme son noktayı koyacak yeni anayasa bekleniyor. 2007-2010 arasında AKP iktidarının ikinci dört yılını geçirdik ve bu ikinci dönem her açıdan ilk dönemden farklı oldu. Şu an anlaşılan nokta temel nitelikteki siyasi mücadelenin esas itibariyle ilk yıllarda verildiği ve son yıllarda su yüzüne çıktığıdır. Hem ideolojik, hem kültürel, hem siyasi ve hem de ekonomik açılardan, dünyadaki ekonomik ve siyasi değişimlerin de etkisiyle, son dört yılda bütün görünüm değişti. Özün aynı olduğu, görünümün veya biçimin gecikmeli olarak öze uyum sağladığı da iddia edilebilir. Ancak yine de 2000'li yıllar hem Türkiye, hem de dünya için iki alt dönemden oluşuyor. Dünya için bu dönemler kriz öncesi ve kriz dönemi şeklinde bölünürken, Türkiye için dönemleştirme bu basit ayrımdan çok daha fazlası anlamına geliyor.

İlk ve belki de en kritik yıl hangisiydi? 1999 çok önemli bir yıl oldu. Nisan 1999 genel seçimlerinde Ecevit'in DSP'si yüzde 22 oy oranıyla birinci parti oldu ve 550 milletvekilliğinden 136'sını kazandı. Daha ilginç olan MHP'nin tarihinde ilk defa oy patlaması yaparak yüzde 18'e ulaşması -daha önce yüzde 8'i pek geçememişti- ve mecliste 129 sandalye kazanmasıydı. 1998 yılının 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı öncesi Suriye'ye gönderilen açık sinyal ve Öcalan'ın bu ülkeden çıkarılarak sonunda Kenya'da yetkililere teslim edileceği Amok koşusuna çıkarılması zaten yepyeni bir duruma yol açmıştı. 1998 yılının son iki ayında ödemeler dengesinin net hata ve noksan kaleminden yaklaşık 12 milyar dolarlık yabancı sermaye kaçışı olması ve 1999 yılında Rusya krizinin bize bu yolla sirayet etmesiyle ekonominin ciddi ölçüde küçüleceği belki de henüz bilinmiyordu. Ecevit 1999 yılının Haziran ayında IMF'ye başvurmak zorunda kalacaktı; fakat seçimler ekonomik gerçekler veya beklentiler üzerine değil, Öcalan'ın ele geçirilmesi üzerine kurulmuştu. Türkiye, Alan Makovsky'nin ifadesiyle bir "milliyetçi an" yaşıyordu Ama aynı yazıda Makovsky MHP'nin yükselişinin gerçek nedeni olarak Orta Anadolu'daki muhafazakar-dinci kesimden yüzde 10 kadar oy alabilmesini gösteriyordu. Ayrıca, Makovski'ye göre, Ecevit ve o zamanlar henüz yeni lider olan Bahçeli ülkedeki en dürüst politikacılar olarak görüldükleri için de oy almışlardı çünkü ülke 1990'ları yolsuzluk iddialarıyla geçirmişti.

Makovski seçim sonuçlarının ülkenin coğrafi-kültürel-ideolojik olarak üçe ayrıldığını gösterdiğini de açıkça yazıyordu: Ecevit-DSP tarafından kazanılan refah içindeki batı kentleri, MHP'ye ilk defa bu kadar teveccüh gösteren muhafazakar Orta Anadolu ve HADEP'e genel seçimlerde yüzde 5'in üzerinde, yerel seçimlerdeyse 11 sıkıyönetim vilayetinde yüzde 48 oy veren Güneydoğu. Bu saptamalar önemlidir çünkü 2010 referandumu sonrasında yapılan tartışmalar, çizilen haritalarla neredeyse tıpatıp benzerlik göstermektedir. Makovski'nin bir diğer ilginç saptaması şudur: Kürt sorunu ve Öcalan'ın kaderi 1999 yılında çok önde görünmekle beraber, asıl derin konu dindir ve MHP Orta Anadolu'da muhafazakar seçmenden bu kadar oyu "başörtüsü ve diğer sorunları biz çözeriz" diyerek almıştır. MHP, Fazilet ve daha sonra AKP arasındaki seçmen tabanı açısından aşikar görülen "bileşik kaplar" teorisi net biçimde ifade edilmiş olmaktadır. Nitekim 12 Eylül 2010 referandumunda, doğrudan etkenler bir yana, MHP'nin Anadolu'nun kalbinde ve hatta geleneksel kalelerinde "hayır" verilmesini sağlayamamış olması milliyetçi söyleme -dini ilk defa bu kadar kenarda tutarak- fazla yaslanmış olmasıyla (da) açıklanabilir. Makovski'nin 1999 yılında gelecek 10 yılın en önemli siyasi saptamalarından birisini çoktan yapmış olduğu görülüyor.

Tüm yazılarını göster