Bir İzmir öğleden sonrası...

Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com

Yeniden, bir kez daha, daima İzmir... Çok sevdiğim bu kenti, Tüyap Kitap Fuarı (bu haftasonuna kadar sürüyor) nedeniyle ziyaret ettiğimde, kendime yine kanıtladım; İstanbul'dan sonra yaşayacağım Türkiye'deki şehir, İzmir'dir... İdeali ise dört gün burada, üç gün orada bulunmaktır... Tabii ki her şey, ideali gibi yaşandı, kitap fuarının görkemli açılışı ile birlikte, İzmir'de üç güzel gün geçirdim.

Fuarın cazibesinden sıyrılabildiğim bir zaman oluştuğunda Çeşme yollarına düşmüştüm bile. Biraz Urla'ya uğradıktan, ardından Ildırı'da enginarlar aldıktan, epey sakız sardunyası saksısı tedarik ettikten sonra, gitmediğim bir beldeye, Çiftlikköy'e çevirdim rotayı...

Bırakın baharı, İzmir'e yaz bile gelmişti. İnsanlar, yol boyunca sahillerde denize giriyorlardı. Bense, arabanın camlarını açıp denizden süzülmüş bol iyotlu havayı, oksijeni derin derin içime çekmekle yetiniyor; temiz havanın yarattığı sarhoşluğun keyfini sürüyordum.

Bir zamanlar Melek Paşanın Çiftliği olarak bilinen Çiftlikköy'e vardığımızda, denizden esen rüzgâr etkisini artırmıştı. Cumbaları, balkon çıkmaları, çiçekleri ile bozulmamış bir estetik sunan biribirinden güzel taş yapıların arasından geçip ağaçların üzerinde pıtrak gibi çoğalmış yeşil eriklerin tadına bakarak ulaştım Langusta'ya... Yani Tuğrul Bey'in (Erol) yerine...

İşte aradığım, özlediğim salaş mekân dedim kendi kendime...

Kapının önündeki masalardan birinde genç bir adam klarnetini üflüyor, biribirinden güzel Türk sanat musikisi nağmeleri, dalgaların ve rüzgârın sesine karışıyordu.

"Biraz önce tarladan topladım bunları." Radikaları, deniz fasulyelerini öbek yapıp biribirlerine bağlıyordu Tuğrul Bey olduğunu tahmin ettiğim kişi. Bir demet çiçek uzattı, "bunlar da tarladan kokla bak" dedi; daha yaklaştırırken baygın kokuları başımı iyice döndürdü, bir sandalyeye çöktüm...

"Burada kolalı örtülere, şık garsonlara para verilmez, yalnızca yemek yersiniz" diyerek ilk kez karşılaştığı bir adama, salaşlığın açıklamasını yapmak zorunda hissetti Tuğrul Bey. Bilmiyordu ki ben, zaten böyle bir lokanta arıyordum...

"Burası, Türkiye'nin ilk istakoz lokantası. Türk Patent Enstitüsü'nden marka tescili bulunuyor. Çeşitli yerlerde bu ismi, haksız kazanç sağlamak amacıyla kullanıyorlar. Bu lokantalar hakkında hukuki işlemler başlattım. Herkes başka yerde şubemiz olduğunu sanıyor, taklitlerimizden sakınınız."

Hemen dükkânın önündeki tabelâlada da aynı cümleyi okumuştum: Taklitlerimizden sakınınız... Ben taa İstanbullardan gelmeme rağmen, neyse ki doğru Langusta'ya ulaşmıştım...

Langusta, civarda yakalanan, istakoza benzeyen dev bir deniz böceği. 1976'dan beri hizmet veren lokantanın adı, oradan geliyor. Tuğrul Bey, canlı böcekleri gösteriyor, balıkları tanıtıyor, ama bir fuardan, kitaplardan kaçamak yapan benim, onların hazırlanmasını bekleyecek zamanım yok... Bir dahaki sefere diyerek hazır olanlardan sübyelerden, otlardan, ahtapotlardan tadımlık istedim...

Onlar hazırlanırken Tuğrul Bey, kendi topladığı otlardan yaptığı turşuları tattırdı; arapsaçından deniz fasulyesine "hayvanların yediği" her ottan turşular hazırlamış... Bu arada, kendi de tadıyor, "bunun bir iki gün daha beklemesi gerek, bu tamam, hatta geçmek üzere" gibi yorumlar yapıyor.

Aslen Yunanistan Kavala kökenli Tuğrul Bey, yazının akışından da anlaşılacağı gibi konuşkan, nüktedan, hatta hazırcevap. Durmaksızın bir şeyler anlatıyor, bu arada klarnet çalan kişinin, konservatuarda okuyan oğlu olduğunu öğreniyorum...

Tahta sandalyeler, tahta masalar, üzerlerinde beyaz örtüler, minik vazolarda kır çiçekleri, deniz, müzik, rüzgâr ve sızma zeytinyağında biribirinden güzel mezeler... Bir saat geçivermiş bile... Yeniden İzmir, Kitap Fuarı beni bekliyor. Langusta'yı mutlaka yeniden gitmem, hatta İzmir'e her gidişimde uğramam gereken mekân olarak, akıl defterime kaydediyorum...

Tüm yazılarını göster