Bir geceyarısından sonra…

Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com

İbrahim Tatlıses'in vurulduğu geceydi. Televizyonun karşısına oturmuş Okan Bayülgen'in programını izliyordum. Konu, bu kez depremdi. Uzmanları konuk almıştı, bildiğim, bilmem kaçıncı kez dinlediğim veya ilk defa duyduğum birçok şey konuşuluyordu. Tatlıses gibi Allah vergisi büyük bir yeteneği bir kez daha dinleyememe korkusu, endişesi belki de duyarlılıklarımı daha da artırmış olmalıydı ki, Bayülgen'in şu sözleri beni çok ağır etkileyecekti… Anımsadığım şekliyle şöyle diyordu:

"Bir deprem olursa benim tek istediğim, hemen ölmek. Eğer hayatta kalırsam, olacakları düşündükçe!.. Bu şehirde sıkışıp kalmak, açlık, yağmalar, salgınlar, İstanbul'u terk edecek tüm yolların kapanması…

Olur ki hayatta kalırsamı düşününce herkes büyük arabalar alırken ben, motosikletler, küçük araçlar kullanıyorum; artık bir kızım var, onu motosikletin arkasına nasıl yerleştiririmi planlıyorum."

Bu cümleleri uzun uzun düşündüm o gece…

Hayatta kalıp büyük acılar çekmek, özellikle de sevdiklerinin zarar görmesine tanık olmak mı, yoksa bir anda ölüp gitmek mi?!

Okan Bayülgen gibi düşündüğümün, daha doğrusu yıllardır böyle düşünüp de kendime itiraf edemediğimin farkına vardım. O, bu sözcükleriyle kesinlikle ironi yapmıyordu. Bu ülkede, özellikle de İstanbul'da yaşayan aklı başında, mantıklı bir insanın kelimeleriyle konuşuyordu. Hastanelerinin bile yıkılacağı, sığınılacak meydanlarının bile olmadığı bir kent bu… Hepimizin sevdiği o şehirlerin şehri… Okan Bayülgen'in kızına adını verdiği İstanbul. "Seni hiçbir zaman terk etmeyeceğim" diye yazılar yazdığım bu güzel şehire böyle çaresizce elveda demek!

Bu bir korunma, bir kaçma veya korkaklık mı? Cesaretsizlik mi? Yoksa, bu çok büyük sevgilerin kentine, canımızdan çok sevdiklerimize, bizim çok sevdiğimiz halde bunu bilmeyenlere ya da bizi sevenlere karşı bir sorumluluk mu?

Geçen hafta bu köşede "çaresizlik"i yazmıştım… Yazının sonunda şöyle diyordum:

"Çaresizlik ve razı olma… Çaresizlik ve isyan… Duygular ve koşullar hangi yöne giderse gitsin sonunda bu güzel, ama kısa hayata tutunmaya çalışıyor insan… Sanırım hayvansı bir içgüdüyle yapıyor bunu… Önceleri var olan, belirleyici olan beklemek ve ummak, zamanla çaresizliğe dönüşse de direniyor, son bölümde de kendi acınası haline gülüp geçmeyi öğreniyor…

Ben, beklemek ve ummakı çoktan bitirdim; çaresizliğin ise son demlerindeyim; gülüp geçmeyi öğrenip öğrenemeyeceğimi ise bilmiyorum…

'Köprüüstü Âşıkları' gibi bir gün 'Elveda Paris, elveda çirkinlikler ve pislikler' diyerek ayrılabilecek miyim… Beni alıp uzaklara götürecek kum dolu bir mavna olacak mı?

Kim bilir?"

Bugün yazsaydım o günkü Odak'ı şunu da eklemek isterdim bir yerlerine:

Çaresizlik bir kader olup da çıkarsa karşıma bir deprem sonucu gibi, asla direnmem, tıpkı öleceğini bilip ormanın en bilinmeyen köşesine giden filler denli yalnız, kaybolurdum!

Hep karamsar konuşmamak, yazıların sonunu biraz olsun umutla bitirmek lâzım…

Depremle ilgili son dönem uzman konuşmalarından çıkardığımı da burada hemen söylemek istiyorum:

İstanbul'da beklenen depremin tarihinin 2033'lere kadar hatta çok daha uzak yıllara gitme olasılığı veya beklenenden daha az büyüklükte olması ihtimalleri oldukça yüksek…

Tabii her şey birer olasılık… Kimse o büyük gücün ne zaman harekete geçeceğini bilemiyor… Tek gerçek, o kadar çaresiziz ki, hele İstanbul'da, hele Türkiye'de yaşıyorsak!

Tüm yazılarını göster