Ülkemiz gerçekten de coğrafi olarak eşsiz bir yerde. Doğal güzellikler anlamında söylemiyorum bunu. Sınır komşularımızın istikrarları arasındaki inanılması güç uçuruma dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bir tarafımızın Ortadoğu olması, diğer tarafımızın Avrupa olması ve bu iki bölge arasında gelişmişlik ve istikrar anlamında onlarca yıllık farkın bulunması ne kadar ilginç bir coğrafyada yer aldığımızı gösteriyor. Kuzeyimizdeki nevi şahsına münhasır ülke olan Rusya’yı saymıyorum bile.
Böyle olduğu için hem ekonomik anlamda hem de politik anlamda kim ne yorum yapmak isterse kendi görüşünü temellendirebilecek argümanlar bulabiliyor. Hemen yanı başımızdaki Avrupa’ya bakarak; “Türkiye demokraside geri kalmış, ekonomik anlamda yalpalayan, kalkınmasını olması gerektiği kadar gerçekleştirememiş bir ülkedir.” görüşünü temellendirebiliriz.
Ama kafamızı güneydoğu sınırlarımıza çevirdiğimizde bölgenin gıpta edilecek istikrara sahip ülkesi olarak da Türkiye’yi etiketlemek mümkün. Ülkemizin bir imparatorluk mirasının üzerinde oturması ve imparatorluk sonrası batı tipi bir demokrasiyi kendisine model edinmesi bile ne kadar karmaşık bir yapıyı içinde barındırdığını net bir şekilde ortaya koyuyor.
Diğer taraftan Türkiye’nin birçok ülkeden hem yüzölçümü hem de nüfus bakımından çok daha büyük olduğunu unutmamak lazım. Ayrıca coğrafi olarak kendi içindeki bölgelerin de ekonomik ve sosyolojik olarak son derece parçalı bir yapı içinde olması ülkenin yönetilmesini ayrıca zorlaştıran bir unsur. Bu unsurlar Türkiye’yi Demirel’in dediği gibi yönetilemez ama idare edilir bir ülke statüsüne yaklaştırıyor.
Öyle sanıyorum ki bu saydığım, Türkiye’yi biricik (unique) kılan özellikler; Türkiye’nin ne tam anlamıyla bir gelişmiş ülke olmasına ne de az gelişmiş bir ülke statüsüne gelmesine izin veriyor. Son 20 yılda Arap coğrafyasında ve sınır komşularımızda yaşanan büyük kırılmalarla birlikte çok önemli süreçlerin içinden geçiyoruz.
Mesela 2007’de serbest ticaret anlaşması imzaladığımız Suriye’de başlayan iç savaş ve oluşan karşılıklı düşmanlık sonucu bu ülkeyle ticaret yapamaz hale gelebiliyoruz. Bu bir ülkenin toplam dış ticareti içerisinde çok büyük bir değişim yaratmasa da bu bölgeyle ticaret yapan şirketlerin hayatlarını kökten değiştirebiliyor. Onun için bizim coğrafyamızda iş yapmak nispeten zor ve riskli olabiliyor. Sonra bir anda aynı ülkenin yeniden inşası için en güçlü adaylardan biri haline gelebiliyoruz.
2000’lerin ilk 10 yılında bu belirsizliklerin ortadan kalkması için çok önemli bir fırsatın kenarına gelmiştik. Eğer bir şekilde o dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği meselesi çözülebilmiş olsaydı muhtemelen şimdi çok farklı bir durumda olacaktık. Sadece biz değil Avrupa Birliği de farklı bir durumda olabilirdi. Tabii ki zaman geri doğru değil ileri doğru işliyor ve geçmişte şöyle olsaydı böyle sonuçlar gerçekleşirdi şeklinde analizler yapmak beyhude olabiliyor.
Suriye’nin yıkım sürecinin arkasında ekonomik nedenlerin önemli bir payı olduğunu görüyoruz. Son 20 yılda son derece fakirleşmiş ve refah yaratacak kurumlarını tamamen kaybetmiş bir ülkeden bahsediyoruz. Ne kadar içinin boşaldığını da rejimin 10 gün içinde yıkılmasından net bir şekilde gördük. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılma sürecini başlatan önemli olaylardan birinin 19. yy ortasındaki Kırım Savaşı’nın sebep olduğu ekonomik külfet olduğunu da bir başka örnek olarak sayabiliriz. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Her ne kadar yukarıda bahsettiğim gibi ülkemiz çok farklı özelliklere sahip olsa da ekonomik anlamda sürekli güçlü kalmamızın ne derece önemli olduğunu, günü kurtarmak için değil de uzun vadeli kalkınmayı sağlayacak kararların ortak akılla alınmasının hayati öneme sahip olduğunu bu vesileyle tekrardan hatırlamış oluruz umarım.