Batı neoliberalizmi gömerken, Türkiye’ye neden kızıyor?

Nazlı SARP nazli.sarp@dunya.com

“Kapitalizm, kapita­listler dışında kimse­nin yönetemeyeceği bir dünya yaratmıştır.” Yuval Noah Harari – Hayvanlardan Tanrı­lara Sapiens

Yeni bir Washin­gton Konsensü­sü’nün adımla­rı mı atılıyor? Öyle de­nir mi bilmiyorum ama son kırk yılın tersine yeni bir anlatı şekil­leniyor!

Washington Konsensüsü, özünde küreselleşme olarak bil­diğimiz kavrama ait oyun kuru­cuların düzenlemelerini ifade eder. ABD ve güçlü Avrupa ülke­lerinin serbest ticaret anlaşma­larıyla dünyanın geri kalanına neoliberal ekonomiyi IMF, Dün­ya Bankası ve Dünya Ticaret Ör­gütü kurumsal yapılarıyla dayat­malarını beraberinde getirmiş­tir.

Yukarıdaki ifadeden sonra kü­reselleşme kavramının hem sağ hem de sol kesimden kabul gör­müş bir kavram olmasına şaşıra­bilirsiniz. Gerçekten de serbest ticaretin, sermaye hareketleri­nin önündeki engellerin kaldırıl­ması, herkes için zenginleştirici olmuştur. Bugün Çin ikinci bü­yük ekonomiyse hatta ülkemiz de dahil dünyada pek çok ülke­de dış ticaret hacmi ve milli gelir hızlanan bir ivmeyle artış kay­detmişse bu küreselleşmenin yarattığı serbest ticaret ve ser­maye hareketleri ile gerçekleş­miştir. Ancak burada gelişmiş ve gelişen ülkeler açısından ciddi bir fark vardır o da verimliliğin genellikle gelişmiş ekonomiler yani oyun kurucular lehine tesis edilmiş olması… Neden mi? İşte sorun da burada neoliberalizmin dayandığı temel klasik felsefede “Laissez Faire” (Bırakınız yap­sınlar…) ama kimin çıkarına?

Piyasanın tamamen kendi ha­line bırakıldığı bu yaklaşıma en köktenci eleştiri aslında 1944 yılında yayınlanan Karl Polan­yi’nin Büyük Dönüşüm adlı ese­riyle geliyor. O yıllarda pek de bilinmeyen eserin adının anıl­maya başlaması ise 80’li yıllar­da oluyor. Neoliberaller küresel­leşmenin olumlu yanlarını ser­best piyasa ideolojisini baskın kılmak için kullandılar. Polanyi bugün için oldukça anlamlı olan çalışmasında esas olarak ken­di kurallarına göre işleyen pi­yasa sisteminin tamamen ütop­ya olduğunu ve böyle bir sistem kurma çabasının topluma ciddi anlamda zararlar vereceğini be­lirtiyor. Nitekim Polanyi’nin ke­hanetleri gerçek olmuş ve dün­ya laboratuvarında kanıtları ger­çekleşmiştir. 1990’da Rusya’nın müdahalesiz serbest piyasa ge­çişi mafyaları, G. Kore’nin hız­lı sanayi kalkınmasına karşılık toplumsal hezeyanının (filmleri seviyorum biliyorsunuz) Squid Game’le sahne bulması bile iki küçük kanıt niteliğindedir…

Her şeye rağmen evrenin ken­dine özgü bir adalet anlayışı var­dır ve gün gelir fazla verimlilik de obezite misali yan etki yara­tabilir. Sene 2023 ABD ve Avru­pa artık Çin’le savaşmayı değil, Çin’e karşı riskten kaçınmayı konuşuyor. Evet yeni Washing­ton Konsensüsü, artık neolibe­ralizmi hazin bir törenle defne­derken, üretimde milliyetçiliği hatta kamu yatırımlarını savu­nuyor. (Bakınız ABD Ulusal Gü­venlik Danışmanı Jake Sulli­van’ın Brookings Enstitüsü'n­deki konuşması, ayrıca bakınız Avrupa Komisyonu başkanı Ur­sula von der Leyen’in hem ulusu hem de küresel ekonomiyi "risk­ten arındırmak" ifadesi…)

Küreselleşmede yeni anla­tı İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lere kadar süren dönemde­ki korumacı kapitalist yaklaşımı yeniden popüler hale getirecek mi bilinmez ama bir şeylerin es­kisi gibi olmayacağı da ABD’de ve Avrupa’da yaşanan kredi krizi ve BRICS ülkelerinin tekrar ha­rekete geçmelerinden çok belli.

Batı oyunun kurallarını yeni­den belirlerken, gelişen ülkele­rin kendisine dayatılan bu sis­temden çıkışı mümkün olacak mıdır? Bu soruya en net cevabı 14 Mayıs’ta seçime giden Türki­ye’de Batı medyası tarafından ik­tidara getirilen eleştiri furyasın­dan görebiliriz ki öyle onlar iste­meden kolayca bir çıkış olması arzu edilmemektedir. Ak Parti yönetimini 2013’e kadar ve son­rası olarak ele aldığımızda Batı açısından en bariz parametrenin küreselcilik olduğu görülebilir. (Yoksa onların bizim refahımız ya da özgürlüğümüzle ne çeşit bir duygusal bağları olabilir ki?)

Tüm yazılarını göster