Babam, o gün son kez ölecek...

Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com

Benim babam, geçenlerde bir kez daha öldü... Pazar akşamüzeriydi, ben bir kez daha ağladım. Gözyaşlarım sicim gibi yanaklarımdan aşağıya aktı... Hep yalnızdım, o gün ıssızlaştım...

Televizyonun karşısındaydım... Ekrandaki görüntülerde Haydarpaşa Garı’nın çatısı yanıyordu. Babamın Kadıköy’e yolculuklarımızda vapurdan gösterdiği o en üst kattaki oda da yanıyordu. "İşte şu pencereleri görüyor musun? O odada kaldım şu kadar sene" diye anlatırdı. "Hani saatin şu tarafındaki pencere..." Orası cayır cayırdı. Haliç’te güneş batıyor, gökyüzü kararıyor, Haydarpaşa Garı üzeri ise alevlerden aydınlanıyor, durmaksızın kızıla boyanıyordu.

Bugün, Haydarpaşa Garı batıyordu!

O pencere ile birlikte babamın Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki kemikleri yanıyordu, benim içim kavruluyordu. Ağlıyordum... Hiç unutmamış, hiç üşenmemiş her defasında göstermişti o pencereyi, sanki benim evimin bir parçasıydı, o kadar tanıdıktı, o kadar bana aitti...

Gitti, yok oldu işte...

O pencerenin arkasından İstanbul’a hiç bakamamış, o odada hiç kalamamıştım, olsun... Ama babamın gördüklerini, hayal ettiklerini, bugünkü benden çok genç olduğu o yılları hep düşlemiştim. Ne kadar benimsemiş, ne kadar içine işlemiş olmalıydı ki o pencereyi, o odayı hep güzel bir hatıra olarak anlatmıştı...

Ve ben, yarım asırlık anılarımdaki İstanbul’da yitirdiğim birçok şeyin yanına o odadayı da katacaktım. Babam da yoktu ki bir kez daha anlatsın bana, daha bir cankulağıyla dinleyeyim, belleğime dövme edip kazıyayım o pencereyi, o odayı...

Yok, bitti her şey...

İstanbul’un güzel yüzlerinden biri daha yitti, gitti...

Televizyonun karşısında çaresiz, babasız ağlayabildim yalnızca... Hiçbir şey yapamadığıma, etkili yetkili kimsenin bir şey yapmadığına yanarak ağladım. Gökyüzünü yalayan alevleri yüreğimde, beynimde hissederek gözyaşları döktüm...

Aklım yine edebiyata kaydı, Baudelaire’in dizeleri geçti: "Tuhaf insanlar trenlerde ve garlarda bulunur." Nâzım Hikmet’in "Memleketimden İnsan Manzaraları" şiirinin ilk mısraları:

"Haydarpaşa garında

1941 baharında saat on beş.

Merdivenlerin üstünde güneş  yorgunluk ve telâş

Bir adam merdivenlerde duruyor bir şeyler düşünerek.

Zayıf.

Korkak.

Burnu sivri ve uzun

yanaklarının üstü çopur."

Veya Cemal Süreya’nın dizeleri...

Benim oradan yolculuklarım, yola vurmalarım ve karşılamalarım...

Hepsi babamın anılarına eklendiler...

Gözyaşlarım, alevleri söndüremeyecek sellere dönüştü...

Böyle bir yangının suikast olmadığını, kimsenin kabahatinin bulunmadığını söylemek, bu kadar değerli bir yapıyı koruyamayanlar için bir kusur, kabahat, hatta suç değil midir?! diye düşündüm.

Bu binanın yangınları geleneğe mi dönüştürülmek isteniyor? diye sordum kendi kendime... İlki I. Dünya Savaşı’nda Anadolu’ya sevk edilmek üzere gar binasında depolanan cephanelerin, 6 Eylül 1917 günü yapılan bir sabotaj sonucu infilak ederek muazzam bir yangın çıkarmasıyla yaşanmış. Gar binası ve garda harekete hazır bekleyen ve gara girmekte olan cephane ve asker dolu çok sayıda vagon da bu arada yok olmuş.

İkincisi 15 Kasım 1979 tarihinde ise Haydarpaşa mendireğinin biraz açığında akaryakıt yüklü "Independenta I" adlı tankerin diğer bir gemi ile çarpışması sonucu meydana gelen şiddetli patlama ve hararetten binanın "O Linneman" usta tarafından gerçekleştirilmiş olan çok değerli kurşunlu vitrayları hasara uğramış ve bu olaydan sonra onarılmış...

Yine tamirler yapılacak, ama o pencere, hiçbir zaman babamın gençlik yıllarında ardından baktığı gibi olmayacak ve benimle birlikte o anılar da toprağın altına girecek.

Babam, işte o gün son kez ölecek!

Tüm yazılarını göster