Artık öncelik hasarı sınırlama olmalı

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Ekonominin temeldeki sorunları ile değil semptomları ve göstergeleri ile uğraşma alışkanlığı, bana öyle geliyor ki, sadece politikacıların tercihlerini ve uygulanan politikaları değil, finans kuruluşlarının, reel kesimdeki şirketlerin, medyanın, uzman iktisatçıların ve tüketicilerin, yani neredeyse bütün toplumun beklentilerini de şekillendiriyor. Büyümede, enflasyonda, bütçede, faizlerde ve döviz kurunda sürekli gözlenen istikrarsızlık ve oynaklıkları başka türlü açıklamak mümkün değil. Bunun bir başka anlamı da köklü politikaların ve radikal dönüşümün maliyetini kimsenin üstlenmek istememesi olarak okunabilir. Ancak dünyada hızlanan değişim ve sıklaşan krizler, özellikle piyasa ekonomisinin küresel dengelerinde yeni gelişmeler, artık toplumların önüne kaçınılan maliyetlerden çok daha büyük faturalar getirmeye aday. Aksi takdirde rekabetin dışında ve tümüyle seyirci konumunda kalmak muhtemel. Hele bizim gibi toplumun denetiminin zayıf olduğu, programların ve hedeflerin uygulama sonuçlarıyla karşılaştırılıp sorgulanmadığı ülkelerde bu tehlike iyice büyüyor. Baksanıza, turizm gelirlerinin ve bayram tatilinin etkisiyle sisteme giren dövizin TL değerinde sağladığı toparlanma ancak birkaç gün sürebildi. Yatırımlarda durgunluk, işsizlikte artış da devam ediyor. Belli ki kurumsal altyapı, cari açığa yapısal çözüm, verimlilik ve kaynak tahsisinde optimizasyon gibi temel sorunlara dokunmama ve kısa vadeli taktik oyunlarda çözüm arama inadımızı bırakmadıkça bu kısır döngüden çıkmamız mümkün olmayacak.

Kamu finansmanı bütün yükü taşır mı?

Malum, ülkemiz yükselen ülkeler arasında parlak büyüme dönemlerinde içine girmesinin tartışıldığı BRİCS grubundan uzun bir süredir uzak ve artık “kırılgan beşli” diye anılan bir kümenin değişmez ve en kırılgan ülkesi durumunda. Ülke tahvillerinin sigorta bedelini gösteren ve bu nedenle risk algısının en önemli göstergesi sayılan CDS primi, kendisinin bir üstündeki Güney Afrika’nın iki katından daha fazla bir düzeye çıkarak 400’ü aşmış bulunuyor. Gerek faiz düzeyi, gerekse enflasyon açısından da aynı gruptaki diğer ülkelerden üç kat daha kötü durumdayız. Daha ilk çeyreğin hemen ertesinde yılın bütünü için öngörülen tutara ulaşan bütçe açığı açısından ise durum alarm veriyor: Resmi rakamlarla, MB yedek akçesini dışarda bırakırsak, 12 ayda 96 milyar TL olan bütçe açığı, bir defalık gelirleri dikkate almayan İMF tanımlı rakamlarla 204 milyar TL düzeyinde. Üstelik faiz dışı bütçe açığı da son 12 ayda IMF tanımıyla 113 milyar TL olmuş. Seçimlerin geride kalmasına rağmen sadece temmuz ayında bile faiz dışı açık 9 milyar TL. Kısaca hükümetin öncelikli hedefi olan ekonomiyi canlandırmanın bütün yükünü zorunlu olarak yüklenen kamu kesiminin bu rolü ne kadar sürdürebileceği belirsiz. En sağlıklı kamu finansman kaynağı olan vergilere gelince, vergi sisteminin çarpık yapısı dikkate alındığında, sadece dolaylı vergilere ve ücretler üzerinden yapılan stopaja dayanan bu kaynağın daha fazla zorlanmasının da kolay olmayacağı ortada. Siyasi partilerin her seçim öncesi vaadleri arasında yer almasına rağmen ücret gelirlerine onca zamandır ciddi bir istisna tanınmaması ve asgari ücretten bile geçen yıl toplanan 35 milyar TL’nin vazgeçilemeyecek kadar yüksek olması, vergi sistemindeki katılığın göstergesi. Nitekim bu yılın ilk yedi aylık döneminde bütçe harcamalarındaki %23 artışa karşılık vergi gelirlerindeki artışın %5’e bile varamaması, yani %16’nın üstündeki enflasyondan arıtıldığında, reel olarak azalması da yine aynı doğrultuda bir işaret. Yakın gelecekte kamu bütçe dengesi, mevcut politikalarla mümkün görünmüyor.
Öte yandan Moody’s’in son raporu, küresel ticaret savaşlarının yavaşlatıcı etkisini telafi etmek için faiz indirmesine veya yükseltmeyi ötelemesine rağmen, bu yıl küresel büyümenin geçen yıla oranla %3.2’den %2.7’ye, bizim içinde olduğumuz gelişmekte olan ülkeler grubu için de %5.1’den %4.4’e gerileyeceğini, bu azalışta en önemli payın Türkiye ve Arjantin’deki %2’lik küçülme olduğunu vurguluyor. Hatırlarsanız temmuz ortasında Fitch’in kredi notumuzu düşürmesinin nedenleri de büyüme düşerken enflasyonun artması ve kamu finansmanı yönetimi ile ilgili belirsizlik olarak gösterilmişti. Makroekonomik ortamdaki oynaklık ve belirsizlik belli ki ülke riskine ilişkin güven algısını düşük tutmaya devam ediyor.

Karşılık kararı ve biriken risk

Seçim baskısının ortadan kalkmasıyla gerçekçi program değişikliklerinin ve güven inşasının yeni odak noktası olacağı yönündeki beklentilerimiz de henüz hayata geçmedi. Kamu yönetiminin tercihi hala, ekonomiyi canlı tutmak için, maliyeti ve güven algısına etkisi ne olursa olsun, finansal göstergelere ve bankacılık sistemine yönelik taktik tedbirlerle kredi iştahını güçlendirmek. Ancak mali disiplinin kaybından sonra ekonominin tek çıpası haline gelmiş olan banka sisteminin risk profili giderek hassas bir eşiğe yaklaşıyor. Bu açıdan Merkez bankasının son kararıyla mevduat zorunlu karşılık tutarları ve bunlara ödeyeceği faiz konusunda yaptığı farklılaştırma, haklı olarak soru işaretlerine yol açıyor. Üstelik böylece piyasaya verilecek olan TL ve döviz likiditesinin ne ölçüde işe yarayacağı konusunda tereddüt var. Nitekim piyasaya sürüleceği öngörülen 5.4 milyar TL dışında 2.9 milyar TL döviz ve altın likiditesinin kurları düşürmesi beklenirken ters yönde gelişme yaşanması, piyasanın bundan olumlu etkilenmediğine işaret. Bankaların kredi tahsilatında güçlük çektiği bir dönemde kredileri %10-20 artırmaları karşılığında karşılık oranlarının normal oran %7 iken %2’ye düşürülmesi ve karşılıklara ödenecek faizlerin de normal oran %5 iken bu bankalar için %15’e çıkarılması, güçlü bir teşvik gibi görünmekle birlikte, kredilerin geri dönmemesi ve sermaye kaybına yol açacağı endişesiyle istenen sonucu doğurmayabilir. Özellikle sermaye kaybının devlet tarafından değil hissedarlar tarafından karşılanacağı özel bankaların daha temkinli davranması da doğal.

Köklü çözüm, tabii ki cari açığı büyümeden vazgeçme pahasına değil dış ticaret açığını azaltarak kalıcı bir şekilde düşürmek ve yurtiçi üretimdeki katma değeri arttırmak. Ne var ki rekabetçi, stratejik ve yüksek teknolojili ihraç ürünlerine sahip olmadıkça hele kısa vadede bu zor; düşük büyümeyle yetinip dönüştürücü reformları göze almak gerekiyor. Diğer yol ise riskleri düşürüp güveni arttırarak çekilecek dış kaynakla tüketim ve ithalat çekişli mevcut modelle, yapıyı dönüştürmeden, ama kısır döngüye razı olarak büyümek. Ne yazık ki risklerin fazlaca biriktiği mevcut konjonktür, her iki yolu da tıkamış görünüyor. Şimdi öncelik beklenen hasarı sınırlamak olmalı.

Tüm yazılarını göster