2011 ve sonrasının zorluğu

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Daha önce, biraz da temenni ile karışık olarak, söylediğimiz gibi Türkiye'nin 2011 seçimleri sonrasında yeni küresel sistem içinde avantajlı bir konum hedefiyle başlatması gereken kapsamlı stratejik hamle yüklü içeriğiyle bekleyedursun, o zamana kadar büyümenin sürdürülmesi ve istikrarsızlıklardan kaçınılması şeklinde öngördüğümüz politika tercihi açısından işler yolunda görünüyor. Toparlanmanın hızlanması ve tüketici güveninin geri gelmesiyle sanayi üretiminin kriz öncesi düzeyi yakalaması, 2010 yılının yaklaşık yüzde 8 gibi moral veren bir büyüme oranı ile noktalanacağının ortaya çıkması hep iyi haberler. Ne var ki geçen yıldaki küçülmeden sonra yeni baz etkisiyle bu yıl büyüyeceğimiz de, üçüncü çeyrekte aynı nedenle bunun hız keseceği de belliydi; sevindirici yanı toplam büyümenin beklentimizi aşması oldu. Dolayısıyla asıl önemli soru 2011 ve sonrası ile ilgili.

Seçime kadar sorun yok

Bu açıdan işimizi zorlaştıran bir dizi faktör söz konusu. Bu yılın dördüncü çeyreğinden itibaren sona eren baz etkisinden bağımsız olarak yüksekçe bir büyüme temposunu yakalamak, dış pazarlardaki kısıtlar devam edeceği için içerdeki canlılığın sürdürülmesine bağlı. TL'nin değerlenmesi eğilimi ile paralel bir canlılık, seçime kadar bir istikrarsızlık doğurmayacağı için muhtemelen tercih de edilecek. Ancak daha uzak erimli düşünürsek bu kurgu sürdürülebilir değil; ya cari açık üretmeyen bir yapısal dönüşüm ya da  rekabetçi bir kur için müdahaleci ve dolayısıyla muhtemelen daraltıcı politikalar gerekecek.

Öte yandan kısa vadede de mali disiplinden taviz verilmeyeceği anlaşılıyor ki güven algısının devamı ve yatırım/kredi değerliliği açısından bu çok olumlu. Kaldı ki Türkiye artık değişti, mali disiplinin gevşetilmesi ve bol kepçe kamu harcaması ile bütçe açığı verilmesi seçmen nezdinde de puan kazandırmaz, aksine yaratacağı istikrarsızlık ve güven boşluğu ile kaybettirebilir. Zaten cari açık yapısal bir sorun olarak varlığını sürdürdükçe, bütçe açığını büyütmek riske davetiye çıkarmak olur.

Rekabetçi olamazsak büyüme aksar

Ancak asıl sorun, 2011 ve sonrasındaki büyüme dinamiğinin güçlendirilmesi noktasında yoğunlaşıyor. Bu köşenin okuyucularının yıllardır aşina olduğu gibi, mevcut ekonomik yapıda yurtiçi katma değer üretimini arttırmaya yönelik verimlilik ve rekabetçilik odaklı kapsamlı bir dönüşüm programı ısrarlı bir biçimde uygulanmadıkça bütünüyle konjonktüre ve kontrolümüz dışındaki küresel koşullara endeksli ve inişli çıkışlı bir performansa tanık olacağız.

Küresel rekabetçilik endekslerinde ilk 50 ülke arasına giremeyişimizin ve hatta geçen yıl ilk 60'ın da dışında kalmamızın arkasında da, "pazar büyüklüğü" dışında hiçbir temel rekabet faktöründe kritik eşikleri aşmayışımız yatıyor. İşgücü piyasası, ilköğretim, sağlık, kayıtdışı, kurumlaşma ve kurumsal altyapı gibi alanlarda ilk 70 ülkenin dahi dışında kalışımız, bırakın birçok yetersizlikle boğuşan KOBİ'lerimizi, büyük işletmelerimizde dahi küresel ölçekte başarı gösterenlerin sayısının çok sınırlı olmasına yol açıyor.

Geçen hafta moderatörlüğünü yaptığım bir panelde, PwC Çözüm Ortaklığı Platformu çerçevesinde, bu sınırlı örneklerin üçünün (Koç, Ülker ve Çelebi) üst düzey yöneticileriyle rekabetçilik sorunsalını ve kendi başarı öykülerini konuşurken de hepsinin bu temel faktör dezavantajlarını yaşadığını gördük. Bu nedenle ekstra bir çaba göstermeleri gerektiğini, işgücünün esnek ve çalışkan olmakla birlikte eğitim ve sistem yetersizliği nedeniyle düşük verimlilikte olduğunu, etkinlik ve teknoloji yoluyla maliyet düşürmek için devletin stratejik yönlendirmesine ihtiyaç bulunduğunu, kendi alanlarında kaliteye odaklanma ve yenilikçilik ile rekabetçi marjlar sağlayarak rekabeti başardıklarını, mevcut sistem içinde büyük ölçekleri ve küresel çapta markaları yaratmanın zor olduğunu, bu nedenle marka satın almaya yöneldiklerini, kurumlaşma düzeyinin ve bürokrasinin de yapısal bir engel olduğunu vurguladılar.

Eğitim hem yetersiz hem niteliksiz

Yine geçen hafta açıklanan bir başka ölçüm de temel sorunlarımızı ne kadar ihmal ettiğimizi bir kez daha hatırlattı. Önümüzdeki 30 yılda bizi yıldız yapabilecek temel avantajımız sayılan 15-64 yaş arası aktif işgücü deposunun ortalama 7 yıl gibi yetersiz eğitim görmüş olması yetmezmiş gibi, bu nüfusun alt sınırı olan 15 yaş grubu öğrencilerin okuma, matematik, bilim gibi temel kategorilerde diğer ülkelerle karşılaştırmalı olarak tabi tutulduğu 2009 PISA (uluslararası öğrenci değerlendirme programı) testi, Türkiye'nin 33 OECD ülkesi içinde sondan ikinci sırada olduğunu gösterdi.

Üç yılda bir yapılan bu ölçümün 2006'da yapılan bir öncekisinde de durumumuz aynı. Yani hem yetersiz süreli bir eğitim veriyoruz, hem de verilen bu eğitimin niteliği çok düşük. Oysa yakın geçmişte refah sıçraması yapmış ülkelerin öğrencileri (sözgelişi Çin, Kore, Finlandiya, Singapur), hep ilk 10 içinde yer alıyorlar.

Bırakın eğitim gibi derin bir sistem değişikliğini, yıllardır uğraştığımız vergi reformunu dahi kısa vadeli hâsılat tercihiyle ertelemeye devam ettiğimize göre daha çok can sıkıntısı çekeriz.

Tüm yazılarını göster