Gelişen ülkeler, dünya düzeninin yeni oyuncuları
Abone olA. Levent ALKAN / ARAŞTIRMACI-YAZAR
Dünyanın gündemi olağanüstü bir hızla değişiyor. 2010 yılına da böyle bir başlangıçla girmiştik. 2007 kredi sıkışıklığı evresinden başlayarak 2010'a kadar uzanan gelişen ülke farklılığı, küresel ölçekli bankalar sıralamasıyla öne çıkmıştı. İlk onda Çin ve Hintli bankalarına şaşırmamıştık. Ama bir Brezilya bankası ABD'li Citibank gibi küresel finans devlerin yer alamadığı sıralamadaydı. Çünkü başlar kıç, kıçlar baş olmuştu. Değişim ve dönüşümün çok hızlı yaşandığının her kesimden aynı ölçüde destek gören bir farklılığı bulunuyordu. İlk bakışta, yeni bir sayfa açılmış ve bir başkasıysa kapanmıştı. Gerçek şu ki, birçok şeyi gizlemeyi, krize rağmen sürdüren kredi derecelendirme sistemlerinin önünde bir anda çok farklı boyutlar oluşmuştu. Batamayacak kadar büyük (TTF), batamayacak kadar politik (TTP), batamayacak kadar karşılıklı ilişkili (TICTF) gibi parametreler. Amerika'nın yaşadığı olumsuzlukları hatırlayalım; likidite sıkışıklıkları, asil-vekil çelişkisi, yüksek işsizlik, artan kamu borcu ve bütçe açığı, dış ticaret açığı, çöken bankacılık sistemi... Bu kadar sistemik geri gidişin kredi derecelendirme kuruluşlarının değerlendirmelerinde karşılık bulan kredi düşüşü olması gerekmiyor muydu? ABD, IMF'in en büyük fon sağlayıcısı, en büyük siyasi gücü, en büyük askeri otoritesidir. Bu durum, ülkenin notlarına yansıyor. ABD'nin not düşüşü yaşaması kaçınılmaz gibiyken, ABD'yi savunanlar, senyoraj yetkisine duyulan güvene bağlı olarak yine en iyide kalmalı değişmemeli görüşlerini ifade ediyorlar. Bu yaman ikilemin ardında yatan küresel dengeyi de unutmamak lazım. G-3 olarak bilinen Japonya, Euro ve ABD ülke gruplarından birinin yok olması, yeni bir krizi daha başlatacaktır. ABD her yiyeceği koruyan tuz gibi düşünülebilir. İşte tam da bu noktada bir çelişki yaşanır. Eğer tuz da kokmuşsa ne yapılacaktır?
Bir tepe yıkılırken bir vadi dolarmış
Sadece daha bir yıl öncesinde, Büyük Buhran'dan bu yana görülen en sert, derin, yaygın kriz dediğimiz 2005-2009 küresel sistemik krizi konuşuyordu. Nedenlerini, hangi kurtarma planlarının işleyip işlemeyeceğini, mükelleflerin üzerine binen vergi yüklerini, kamusal müdahalelerdeki doğurduğu ahlaki rizikoları, asil-vekil çelişkisini, hükümetlerin artan açıklarını, enflasyon korkularını irdeliyorduk. Bunlardan; krizdeki nedenler, hangi kurtarma planlarının işleyip işlemeyeceği gibi bazı başlıklar, tamamen rafa kalktı. Artık bunları hiç konuşmuyoruz. Bunlar konuşulmasa da geriye kalan diğer tüm sorunlar yerli yerinde duruyor. Çünkü yüksek düzeyli bir belirsizlik boyutuyla karşı karşıya olan dünya ekonomisi, kendisini yöneten ya da yönetmeye çalışanları, oldukça güçlü bir çelişki içinde bırakan gelişmeleri de birlikte yaşıyordu.
Gelişen ülkeler, Lehman Brothers'ın iflasıyla bir anda irkilmiş, olağanüstü boyutlu bir panik yaşamışlardı. Krizin tetik mekanizmasını ateşleyen Lehman'ın ilk etkileri; gelişenlerle gelişmiş ayırımı gözetmeden aynı boyutta hissedilmişti. Brezilya, 80'li yılları krizlerle geçirmişti. Rusya ve Asya ülkelerinin de 1997 sonrasında yaşadıkları BRIC ülkesi gerçeğini yaratmıştı. Buna Türkiye'yi, Güney Kore'yi de ekleyerek gelişen ülkeler serisini tamamlamak gerekli. Yaşadıkları kriz deneyimleri, bu son krizden hızla toparlanabilmeleri yönünde güçlü bir altyapı oluşturmuştu. Türkiye'nin içinde yer aldığı bu gelişen ülkelerde şu farklılıklar, bu krizle belirgin olarak öne çıkmıştı:
1. Daha düşük büyüme ve buna bağlı çöküşler yaşanmıştı.
2. Küresel ticaret ve sermaye akışına oldukça güçlü entegrasyonu olan gelişen ülkeler, krizden çok sınırlı ölçüde etkilemişlerdi. Bu boyut, dış kırılganlıkların ortaya çıkmasında oldukça etkili bir parametreydi.
3. Aşırlılıklardan kaçınan bir bankacılık sektörü yapısıyla gelişen ülkeler, gelişmişlerden keskin çizgilerle ayrılmışlardı.
4. Düşük kamu borçları ve bütçe açıkları bulunan gelişen ülkeler, piyasalarını canlandırmaya yönelik elleri daha güçlüydü.
5. Kriz öncesine kıyasla daha düşük enflasyon oranına sahip olunması ve düşük kamu borç spredi daha fazla ve etkili faiz indirmesinde rol oynamıştı.
6. Genellikle esnek kur sistemlerinin olması, toparlanmanın yaşanacağı evreye girildiğinde gelişen ülkeler için önemli bir avantaj unsuruna dönüşebilecektir.
Ocak - mart döneminde ihracat %22.4, ithalat %42.7 arttı. Böylece, dış ticaret açığı 2009'daki 2.36 milyar dolar düzeyini ikiye katladı ve 5.02'e ulaştı. Avrupa Birliği ülkeleriyle olan dış ticaret açığımız; 2009 için 0.93 milyar dolar iken, 2.4 milyar dolara; toplamdaki payımız %40 iken %48'e yükseliyordu. Bölgesel birliklerinin bereketine değinmeden edemiyoruz. Karadeniz Ekonomik İşbirliği ülkelerinde %10.9 olan ihracat payı %12'ye; İslam Birliği Ülkeleri'nden %26.9'dan %27.8'e; Türki Cumhuriyetlere ihracatımız ise %2.7'den %3.2'ye yükseldi. Her büyüme döneminde olduğu gibi; en yüksek artış, petrol ve petrol ürünlerinde elde edildi yine. Bunu otomotiv sektörü izledi. Fiat ile Tofaş, Otosan ile Ford ortaklıkları, üç yıl öncesine kadar uzanan bir dizi üretim ve kapasite artışını başlattı. Kapasite artışları, talebi en kötü koşullara göre öngörmüş ve ona göre satış garantisiyle desteklenmişti. Otomotivdeki bu türlü yatırımlar, 2007'de de yoğunlaştı.
Gruplar itibariyle dış ticaret
Sektörler İhracat - ihracat farkı İhracat - ihracat oranı
2009 2010 2009 2010
Otomotiv 997.154 1.415.309 1.70 1.63
Demir çelik 512.002 195.851 1.20 0.75
Gıda -68.743 -337.652 1.09 0.83
Dış ticaretin sektörel paylaşımını dikkate alarak gerçekleştirdiğimiz sınıflandırmayla, 3 farklı sektörü yakından izlemek gerektiğini ifade edebiliriz. Bunlardan ilki, ulusal ekonomide ucuz işçiliği, yoğun iç pazar potansiyeli ve Türki Cumhuriyetlere transferde ve pazarda yer edinebilmek gibi avantajlarıyla öne çıktığını söyleyebiliriz. İkinci sektör gıda sektörü ise, ihracat - ithalat farkında net açığımız olduğunu söyleyebileceğimiz en stratejik sektörümüzdür. Son olarak da, küresel sistemik krizin ilk günlerinde en keskin talep daralmasının yaşandığı sektör olmuştu. Artan demir, çelik, bakır fiyatları; kar marjlarını etkiliyor ve küresel ölçekteki Arcelor, Mittal gibi kuruluşlarla rekabette zorlanıyor. Ürün tedarik ve kalite boyutunu ilgilendiren hayati konulardaki daralmanın, satış fiyatına taşınamamış olması, sektördeki en önemli handikaptır. Dışa bağımlılık, yapısal olarak hızlı büyüme dönemlerinde daha belirgin bir nitelik kazanmıştır.
Ulusal ekonomimiz bir Güney Kore ekonomisi kadar hızlı toparlanıyor. Dış ticaretin dinamik yapısı, krizlere çok daha hassas bir yapılanmamızı onaylıyor. İTO ücretliler geçinme endeksi Nisan'da %3.06 artışla öyle Japonya'nın yaşadığı uzun süreli deflasyonun bizde olamayacağının göstergesi. Ancak Türkiye ekonomisi şu sorunun altından kalkamıyor: Tüketimini küresel ekonomiye açarken, know-how transferini gerçekleştirebilmek. Güney Kore, Japonya, Hindistan, Çin; bu ülkelerin hepsi teknolojilerini içeri aldıkları ürünlerin üretim yeteneğini öğreniyorlar. Biz ise halen 30mia USD olan bilişim sektörü büyüklüğümüzün 2020'de 160 milyar dolar büyüklüğe erişeceği ile övünüp, avunuyoruz.