Ekonominin açıkları ve açmazları
Abone olEmre CAN / İzmir Ekonomi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Doktora Öğrencisi
Siz Yunanistan, İspanya ve Portekiz'deki ekonomi politikasına yön veren bir kişi olsaydınız ne yapardınız? İşsizliği ve ekonomik daralmayı önlemek için, kamu harcamasını artırırmıydınız? Yoksa ülke riskini ve finansal kırılganlığı önlemek, ve kredibilitenizi sağlamak için, vergilerini yükseltip, yatırımları azaltıp; yükselen işsizlik rakamlarını açıklamaya mı çalışırdınız? Veya IMF ile anlaşma yapma olasılığınızın güçlü olduğunu, ama bunu yapmayabileceğinizi de vurgulayp, beklentileri mi yönetirdiniz?
Sınırsız istekler ve sınırlı kaynaklar. İşte bütün mesele bu. "Olmak ya da olmamak gibi." Bu yüzden ekonomide verilen her kararın bir fırsat maliyeti var. Kısıt altında herhangi bir seçim yapıldığında alternatif bir faydadan veya kardan vazgeçiyoruz. Bu da sürekli bir ikileme neden oluyor. Pareto diyor ki pastayı (ulusal gelir) büyütürseniz gelir adaletsizliği artar; yok gelir adaletsizliğini azaltmak isterseniz de bu sefer daha küçük bir pastayı paylaştırmanız gerekir. Hangisini tercih edersiniz? İşte ekonomideki karar vericilerin sürekli karşı karşıya kaldığı ikilemlerin en basiti ve aynı zamanda en zoru. İşin zorluğu bu seçimle her zaman karşı karıya kalmanız. Bu yüzden hep kazan-kazan dengesine atıf yapıyoruz, zor bir dengeye. Bu nedenle ekonomide bir yeri iyileştirdiğinizde bilin ki bunun bir maliyeti var, ve ne yazık ki "varsaymak" bu maliyeti azaltmıyor.
İşte bu yüzden kimileri bu dengelerin daha da bozulmaması için devletin ekonomiye müdahale etmemesini savunuyor; kimileri ise dengelerin daha da bozulmaması için devletin müdahale etmesini istiyor. Bir de devlet ancak gerektiğinde müdahale etsin ve asıl kontrol görevini üstlensin diyenler var. Tüm bu seçimlerin bir maliyeti ve faydası var. Henüz bir uzlaşı olmasa da her kriz veya dalgalanma bu teorileri yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Bu çerçevede gündemdeki Yunanistan, İspanya ve Portekiz'in kamu açıklarını ve hükümetlerin piyasaları fonlamaya devam edip etmemeleri gerektiğini tartışabiliriz.
Öncelikle kamu açıklarına yıllardır alışmış, ama 2001 yılından itibaren "net borç ödeyici" durumda olan Türkiye için kamu açıklarına aşinayız. Oysa Maastricht kriterlerini tutturmak zorunda olan AB ülkeleri için kamu açıkları nasıl bir sorun haline gelebilir? Bu kriterlere göre kamu harcamaları bütçe açığının yüzde üçünü geçemez. Yunanistan, İspanya ve Portekiz;
Türkiye'ye de örnek olarak gösterilen turizm ve hizmet sektörü ile (ve AB fonları) büyümeleri sağlamış ülkeler. Oysa kriz süresince sadece bu üç AB ülkesi değil tüm AB ülkeleri kamu açıklarını arttırdılar. Burada sorun AB'nin ortak bir para politikası olmasına rağmen ortak bir maliye politikasının olmamasından kaynaklandı. Bu yüzden ABD, AB'ye göre büyüme açısından çok daha hızlı toparlandı. Görece gelirlerini hizmet sektöründen sağlayan bu üç ülke ise bütçe açıklarının neden olduğu kırılganlığı yaşıyor. Yani daha fazla işsizliği önlemek için daha fazla bütçe açığı, daha yüksek risk ve faiz ödemek zorundalar. Kamu borcunu da
artan vergilerle vergi mükellefleri ödüyor. Ancak burada hangi sektörlerin ve hangi sektördekilerin korunacağı tamamen politik bir seçim. Bu seçimin de bir maliyeti var. Bir sonraki seçimlerde iktidar olmak ya da olmamak. Ayrıca bu üç ülkenin maliyetleri Avro üzerinde de baskı yaptığı için, AB'nin ihracat ve ithalat dengesi de etkilniyor ve bu denge tüm dünya piyasalarını olumlu ya da olumsuz etkileyebiliyor. Demek ki bu üç ülkenin maliyetleri bir anda tüm dünyadaki vergi ödenyenlerin maliyeti haline dönüşebilir. Burada başka bir maliyet de söz konusu, eğer kamu harcamasnı arttırırsanız, bunu üç yolla finanse edebilirsiniz; dışardan ve içerden borçlanmak, para pasmak ya da vergileri arttırmak. Ancak bu seferde geçen zaman içinde ülke içinde üretilen katma değer, borç ödemesi, "enflasyon vergisi" veya doğrudan ve dolaylı vergilere gidecektir. Bu da en nihayetinde ekonomiden gelirlerin sızmasıdır. Bu da bir gelir transferidir. Ancak kamu harcamalarını arttırmamanın ve maliyeti de işsizlik ve daralan bir ulusal gelire karşılık gelir ki bu da en az diğeri kadar gelir adeletsizliğini ve sosyla sorunları arttıran bir sonuca işaret eder.
Bu çerçevede ekonomiye yapılan müdahalelerin gelecek dönemdeki maliyetleri iyi hesaplanmalıdır. Ne yazık ki ülke riskinin artması ile işsizlik rakamının artmasının karşılaştırrarak hangisinin daha ehveni şer olduğunu söylemek, karar vericinin kısa ve uzun vadeli politik beklentilerine bağlıdır. Ancak unutmamak gerekir ki kriz hem büyümüyi, hem işsizliği, hem de ülke riskini ve fazilerin aynı anda teğet geçmez. Bunlardan bazılılarını teğet geçebilir, ama teğet geçmesinin maliyetini, diğer zarar gören rakamlar, sektörler ve bireyler ödemektdir. Ekonomide karar vericiler aynı anda hem faizi, hem enflasyonu, hem büyümeyi, hem kurları hem de işsizliği aynı anda kontrol edemez. Ekonomide politik seçimlerin maliyetini kontrol edilemeyen veya feda edilen taraflar öder. İşte bu maliyet genelde tüm toplumun daha yüksek vergi ödemesi yapmasıyla, artan işsizlik rakamaları ve toplanan vergilerin faize ödemelerine gitmesiyle ödenir. Belki de bu yüzden sürdürülebilir büyüme toplum refahı için bu denli önemlidir. Çözümler belli ancak maliyetler belirsizken, karar vericiler politika seçeneklerinden birini tercih eder ve beklentileri şekillendirir, oysa insanlar hayal eder, ekonomi teorileri ise bu maliyetleri gerçekleşmeden önce ancak varsayabilir. Bu çerçevede baştaki sorumu tekrarlayayım, Yunanistan, İspanya ve Portekiz'deki ekonomi politikasına yön veren bir kişi olsaydınız, siz ne yapardınız?