Her şey rekabet gücü için…

Hakan Güldağ - Dünya Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Korumacılık… Bu sıralar pek gündemde… Bunu, sadece Trump’ın ABD Başkanı seçilmesinden sonra daha fazla gündeme gelmesi nedeniyle söylemiyorum…

Son dönemde güçlenen korumacılık eğilimlerinin belirgin izlerini hemen her yerde görmek mümkün…
Geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaret ettiği Hindistan’da da…
Avrupa Birliği üyesi Macaristan’da da…
★ ★ ★
Korumacılık, tarihsel olarak yeni bir olgu değil…
Ülkelerin kalkınma hikayelerine bakarsanız kökleri hayli derinlerde…
Kimi ekonomi tarihçileri, başkan olmamasına rağmen resmi 10 dolarlık banknotun üzerinde yer alan Alexander Hamilton’ı modern Amerikan ekonomi sisteminin mimarı olarak gösterir. “İmalat Üzerine Rapor” çalışması genç Amerika için bir ekonomik kalkınma reçetesi olarak kabul ediliyor.
Hamilton, o raporda, ”bebek endüstriler” ile ilgili stratejisini ortaya koyuyordu. Buna göre, Amerika’dakiler gibi “daha bebek konumunda olan sektörler” kendi ayakları üstünde durmayı öğrenmeden önce devlet tarafından korunmalı, beslenmeliydi…
★ ★ ★
Hamilton bu ‘korumacı’ görüşünde yalnız kalmadı.
Onu maliye bakanı olarak atayan George Washington...
Gümrük vergilerini başkanlığı sırasında en yüksek düzeye çıkaran meşhur ‘korumacı’ Abraham Lincoln…
İç Savaş’ın ünlü generali, sonradan da başkan olan Ulysses Grant…
Amerika’nın ekonomisini serbestleştirmesi için sürekli baskı ve lobi yapan İngilizlere yanıt olarak, “Merak etmeyin” demişti Grant, 1870’li yıllarda ve şöyle bitirmişti sözünü; “200 yıl içinde Amerika korumacılığı bırakıp serbest ticareti benimseyebilir…”
★ ★ ★
Bakmayın siz ABD ile korumacılık lafını yan yana duyunca hayretten ağzı açık kalanlara…
Bugün dünyada ‘serbest piyasa’ kalesi kabul edilen ABD, zaten bir zamanlar ‘korumacılık’ şampiyonu olmaktan hiç çekinmemiş, hatta kalkınmasını bizzat buna dayandırmıştı…
İşin aslı, Hamilton’un görüşleri de büyük ölçüde İngiliz esintisiydi. Korumacılığı onlardan öğrenmişti. Rol modeli ise, 18. yüzyıl ortalarında zamanın ileri teknoloji sektörü kabul edilen ve o dönemde Hollanda’nın egemen olduğu yün üretimine geçiş yapmak için görülmemiş düzeyde yüksek gümrük vergileri, sübvansiyonlar uygulan İngiltere’nin ilk Başbakanı Robert Walpole’du...
Walpole ve Hamilton’ı başkaları da izledi tabii…
19’uncu yüzyılda Alman ekonomisini yükseltmek için korumacılığı öne çıkaran ünlü ekonomist, diplomat ve demir yolu öncüsü Friedrich List gibi…
Hasılı, bugünün gelişmiş ülkeleri, işlerine geldiği zaman korumacılığı bırakıp serbest piyasa savunucusu oldular. Gerektiğinde de yeniden korumacı…
Ekonomisini sıçratmak için Japonya da aynı yolu tuttu…
Trump’la birlikte ABD işin liderliğinden istifa edince, küreselleşmeyi savunmak, Davos’ta üzerine kalsa da, Çin de aynı yolu izledi, izliyor…
★ ★ ★
Bu yolu izlerken, ‘Elalem ne der’ utangaçlığı içinde de değiller…
Örneğin, Güney Kore...
Çelik endüstrisini kurmaya niyetlendiğinde, dünyanın en fakir ülkelerinden biriydi. İhracatı, ucuz kumaş ve insan saçından yapılma peruklardan oluşuyordu. Biraz da balık... “Karşılaştırmalı üstünlük teorisi” olarak bilinen ünlü iktisatçı Ricardo’nun uluslararası ticaret teorisi o sıralar pek gözdeydi ve buna göre Kore gibi iş gücü fazla, sermayesi
ise çok az olan bir ülke çelik gibi sermaye yoğun ürünler geliştirmemeliydi…
Üstelik Kore’de çelik üretecek hammadde de yoktu. Ne demir cevheri, ne de eritecek kok kömürü vardı...Dünya Bankası projeyi desteklemedi.
Diğer Fransız, İngiliz, Batı Alman ve İtalyan yatırımcılara da desteklememesini salık verdi.
Kore, destekleyen kimse olmamasına rağmen kararında ısrar etti.
Pohang Iron and Steel Company kuruldu. Hikayeyi uzatmayayım.
Bugün POSCO dünyanın en büyük çelik üreticilerinden biri ve Amerika dahil pek çok ülkeye paslanmaz çelikte know-how satıyor.
★ ★ ★
‘Bugünün koşulları farklı’ diyeceksiniz…
Haklısınız…
Ama değişmeyen şeyler de var:
Kalkınma, azimle birlikte iyi tasarım istiyor...
Biz ise geleceğimizi şekillendirecek tasarımlara yönelmeyi pek sevmiyoruz…
“Sürdürülebilir” olup olmadığına bakmaksızın, günü kurtaracak hikayeler anlatıyoruz etrafa…
Çok da uzak olmayan bir geçmişte, rekabet gücü için Türkiye’de ‘ücretlerin düşüklüğüne’ güvendik kalkınma için, o hikayeyi anlattık...
Sonra, sağda solda yeni ucuz emek ülkeleri ortaya çıkınca, ‘köprü’ fenomeni baş tacımız oldu.
Kıtalar arası köprü, kültürler arası köprü, ticaret köprüsü…
Coğrafi konumumuzun yarattığı farklılığı hikayemizin köşe taşı yaptık.
Yetmedi, pergelle 2, 3 ya da 4 saatlik uçuş mesafelerini daireler içine aldık. Buralarda kaç tüketicinin olduğunu hesaplayıp, anlattık dosta düşmana…
Tabii ki, bulunduğumuz coğrafyanın avantajları vardı. Ama o avantajların sınırlı olduğu gerçeğini, hikayemizin büyüsünü bozmasını istemediğimiz için görmezden geldik…
Üzerinden geçilip gidilen köprülerin değil, varılan merkezlerin zenginlik yarattığı gerçeğini de…
★ ★ ★
Daha fenası biz de inanıyoruz o anlattığımız hikayelere…
Oysa mesele, coğrafi konumumuz ya da ucuz emeğimiz ile değil, ülkemizin üzerine inşa ettiklerimizle önemli hale gelmekti...
Bugün de öyle…
Üstelik, yeni sanayi devriminin eşiğinde olduğumuz bir dönemde bunun da ötesine geçmek gerekiyor artık…
Evet, üzerinden boru geçen ülke olmak da güzel ama sürdürülebilir hikaye istiyorsak içinden küresel değer zinciri geçen bir ülke olmak durumundayız…
Bunun için acilen, ülke olarak coşkuyla sarılıp peşinden koşacağımız iyi tasarlanmış yeni bir proje kurgusuna ihtiyaç var.
★ ★ ★
Aslına bakarsanız, böyle bir hikayeyi dün yazmaya başlamış olmamız gerekiyordu.
İş işten geçmeden harekete geçmemiz, üzerine konuşmayı bırakıp, yapmamız gerekiyor.
Yoksa bırakın küresel değer zincirinin halkaları haline gelmeyi, bugün Avrupa başta olmak üzere, kaliteli üretimleriyle dünyada tedarik zincirinin güçlü halkaları haline gelmiş şirketlerimizi de kaptırırız…
Ondan sonra da bizim mühendislerimiz başka ülkelerdeki mühendislerin ürünlerini pazarlamaktan öteye bir iş yapamaz hale gelir…
★ ★ ★
Görünen o ki, girişimcilik bugün
giderek artan biçimde bir kolektif
çabaya dönüşüyor.
Ekonominin aktörlerinin, bilgi edinmelerini, araştırma-geliştirme yapmalarını sağlayan bilimsel altyapı, onları güçlendiren yetkin bilim insanları, mühendisler, yöneticiler
ve çalışanlar yetiştiren eğitim sistemi, büyümek için yatırım yapmalarını mümkün kılan mali sistem, koruyup kollayan ticari mevzuat, ürünleri için kolay erişilebilir piyasalar...
Şirketlerin dinamizm ve esnekliğinin kalıcı olabilmesi, yeni koşullara uyum sağlayabilmeleri için gereken ortam…
Siyasi istikrar, sağlam bir hukuk sistemi, şeff af ve önceden tahmin edilebilen makroekonomik politikalar…
Bu koşullar olmadan bugün ne ‘kahraman girişimci’ ne de ‘kahraman sanayici’ sürdürülebilir bir rekabet gücüne ulaşamaz.
Var olan sektörlerimiz de korunup, geliştirilemez…
★ ★ ★
Derdim göz korkutmak değil, karamsarlık yaymak hiç değil…
Dünya da Türkiye de, yeni bir döneme giriyor...
Yapılacak çok işimiz var.
Önce sürdürülebilir olmayan hikayeler yazmayı bir kenara bırakmamız gerekiyor.
Geçmiş dönem başarılarımızla övünmeyi de…
Şimdi kendimize yeni döneme uygun yeni bir yol haritası çizmenin tam zamanı…
Ama çerçeve lafl arla değil, ilmik ilmik, detay detay…
Ölçe ölçe, zamanını, takvimini koya koya…
Sapla samanı ayırarak, dünyayı
iyi okuyarak...
‘Mış gibi’ yapmadan…
Aklımızı başkasına emanet etmeden…
★ ★ ★
Bir de, özenle, bilgiyle, bilinçle çizilmiş omurgalı bir yol haritasının etrafında Türkiye’yi birleştirecek kapsayıcı bir siyaseti de oluşturabilirsek…
O zaman coşkuyu da yakalayacağız…
İnanıyorum!